8 Şubat 2010 Pazartesi

Alp Er Tunga

Alp Er Tunga derler bir kağan vardı,
Ona yeryüzü dar, gökyüzü dardı.
Tuğ yapmıştı gökyüzüne güneşi,
Bilgelikte dahi yoktu bir eşi.
Gök-Türk, Uygur,
Karluk ve Karahanlı,
Daha nice Türkler, adları şanlı,
Onu özlerine ata saydılar,
Utkusunu dört bucağa yaydılar.


Uçmağa varınca ol ulu kağan,
Yıkıldı üstlerine gök kurıkan…
Anca kanlı yaş döküp yoğladılar…
Çığrışıp ağladılar… ağladılar…

Alp Er Tunga’nın M.Ö. 7. yüzyılda yaşamış, çok sevilen, kahraman bir Türk hükümdarı olduğunu biliyoruz. Belgeler onun “Türk beğleri içinde adı ve kut’u ile tanınmış, bilgili, erdemli, büyük illeri elinde tutan, birçok kavme hükmeden…” bir hakan olduğunu söylüyor.

Bu Alp hükümdarın idaresindeki devletin de Saka Türk imparatorluğu olduğunu söyleyen tarihçiler çoğalmıştır. Bu devletin adı belki onun adıyla ya da babası Peşeng Kağan adıyla söyleniyordu. İranlılar Peşeng’e Turanlıların hükümdarı (yani Türklerin hükümdarı), Alp Er Tunga’ya da Afrâsyâb diyorlardı. Afrâsyâb’ın Alp Er Tunga olduğunu hem Kutatgu-Bilig, hem de Divan-û Lügatit Türk bildiriyor. Afrâsyâb, eski İranlıların kötülük ilahlarına verdikleri isimdir. Belki Alp Er Tunga onları çok yıldırdığı için ona bu ismi verdiler.

Alp Er Tunga, İran (Med) hükümdarı Keyhüsrev tarafından bir ziyafete çağrılarak hile ile öldürülmüştü.Bu olay kısa zamanda her tarafta duyuldu ve Turan’ı mateme boğdu. Bütün Türkler kanlı gözyaşı dökerek, bağrışıp yakalarını yırtarak, sagular söyleyip yoğladılar.. yoğladılar. Yoğ töreninde kopuz çalan ozanlar şu saguyu söylüyorlardı:

Yüzbaşı Mustafa Ertuğrul ( Uçak Gemisi Batıran Türk )

Dünya denizcilik ve savaş tarihinde, ilk uçak gemisini batıranın bir “Türk” olduğunu biliyor muydunuz? Peki ya bu işi, bir “sahra topu” ile yaptığını söylesek? Bu inanılmaz işi, Topçu Mülazım Mustafa Ertuğrul’un bataryası başarmıştı…

Sarı, sapsarı… Soğuktan ölmeden önce insan sapsarı bir rüya görürmüş… “Sarı Ölüm” der Halil Paşa… “Sarıkamış Fatihi” olmak için yeğeni Enver Paşa ile yarışan Halil Paşa, anılarında, soğuktan donarak ölen 30 bin askerin, o gece aynı rüyayı gördüğünü anlatır

Birinci Dünya Savaşı boyunca Türk askeri, tanrının soğuk cehennemi “zemheri”, sıtma, tifüs, sarı humma ve pellegra ile sık sık karşı karşıya geliyordu. Sadece Sarıkamış’ta değil, Galiçya’da, Yemen’de, Çanakkale’de… Türk askeri düşmandan çok iklime, hastalıklara ve yokluklara karşı bir savaş vermekteydi. Yokluklar, Türk askerinin kendisinden kat be kat üstün “yedi düvel”e karşı savaşında, bambaşka bir silah ile, “hayal gücü” ile savaşmasını sağladı.

Nasıl sağlamasın ki? Tifüs, sıtma ve humma askerleri kemirirken ve koskoca imparatorluk içinde ordunun elinde sadece birkaç bozuk Alman yardımı uçak varken, düşman karşına bir “uçak gemisi” ile çıksın!

1915’te üzerinde bir dizi uçağın durduğu bir uçak gemisini ilk gördüklerinde, Türk askerinin hissettiği, Kızılderililerin tüfek ile tanıştıklarında yaşadıklarına benzer bir duygu olsa gerek… Peki ama bununla nasıl savaşılır? Üstünde ölüm kusan uçakları, taretleri ve yanındaki iki kruvazörüyle, 120 metrelik bir çelik yığını nasıl yenilir?

Şimdi okuyacağınız öykü, dört sahra topu ile dünyada bir uçak gemisini batıran ilk askerin, Topçu Mülazım (Teğmen) Mustafa Ertuğrul’un öyküsüdür…

27 Aralık 1916. Saat: 13.00

“Türk askeri cenge hazırlanıyordu. Biraz sonra kopacak kıyametin heyecanı ile benim de yüreğim çarparken; gözüm batarya dürbününün adesesinde, düşmanı seyrediyordum. Meis, güzel bir pazar gününün neşeli havası içinde tatilin zevkini sürüyordu… Bizim taraftaki harekât ve gürültü gittikçe sükûn buldu. Herkesin kulağı, bir ağızdan çıkacak keskin bir kumandayı bekliyor. Ateeeş… Nihayet saat 13.25’te aylardan beri karşısındaki yabancı çığlıklara dişini sıkıp susan dört ağız birden alev kusmaya başladı…”

Dünya savaş tarihinde bir ilk olan, 7.7 inçlik dağ bataryasının bir uçak gemisini 36 dakikada sulara gömen komutu verişini böyle anlatıyor Topçu Mülazım Mustafa Ertuğrul. Batırdığı uçak gemisi ise, 120 metre boyunda, saatte 24,5 mil hız yapan ve altı uçak taşıyan İngiliz bandıralı Ben My Chree’dir!
Birinci Dünya Savaşı’nı anlatan tarih kitaplarında, Ben My Chree, tek cümle ile yer alır: “Batırılan ilk uçak gemisi”

Mustafa Ertuğrul ve komutasındaki topçu bataryası, o gün Meis Limanı’na demirli uçak gemisi Ben My Chree’nin dışında, 200’e yakın yelkenli gemi ve sandalı batırır.

İngilizlerin hayaline bile gelmeyecek bir iş yapar Mustafa Ertuğrul. Meis Adası limanının tam karşısındaki buruna dört sahra topundan oluşan bataryasını, tam iki ay boyunca dağları aşırarak, gülleleri sırtlarında taşıyarak getirirler! Burunda, Ben My Chree’nin limana girmesini sessizce bekleyen 30 kadar Türk askeri, dünya savaş tarihine bir savaş gemisini batıran ilk birlik olarak geçerler. Hem de 7,7 inçlik, dört cılız “sahra topu”yla!

İngiliz ve Fransız donanması raporları, Türk kıyılarındaki “çılgın bir Türk bataryası”ndan bahsetmektedir artık…

13 Aralık 1917. Ağva Koyu

Müttefik deniz kuvvetleri, Akdeniz’deki en önemli silahlarından birinden olduğu için öfkelidir. Türk kıyıları sürekli denetim altında tutulur; motorlar, kayıklar batırılır, yerleşim birimleri zaman zaman bombardıman edilir. Sabrı taşan Topçu Mülazım Mustafa Ertuğrul, yaptığı yeni bir planı 135. Alay komutanı Alman yarbayına kabul ettirmeye çalışır;

“Müsaade ederseniz, bataryamla, bir gece ansızın Antalya’yı terk ederek meçhul bir istikamete gidiyormuş gibi yapıp, Ağva Koyu’na gideyim. Limana hâkim buruna bataryamı yerleştireyim. Emrime verilecek bir yelkenli ile bu gemiyi limana sokup avlamaya çalışayım.”

Plan basittir. Bölgenin zorlu coğrafyası ve yol yokluğundan ötürü, Türklerin askerlere kumanyalarını yelkenli teknelerle dağıtmak zorunda olduğunu Fransızlar bilmektedirler. Fransız savaş gemileri, bu yelkenlileri sık sık yakalamakta ve kumanyaya el koyup Türk askerlerinin aç kalmalarına neden olmaktadır.

Fransızlara kovalamaktan zevk duyacakları bir yelkenli gönderir Mustafa Ertuğrul. Faaliyet raporuna yeni bir “başarı” olarak geçecek bu basit avı, Fransız kruvazörü Paris II, Ağva Koyu’nun içine dek izler. Girmesiyle de, bir hafta önce koya egemen bir noktaya yerleşmiş olan Mustafa Ertuğrul’un bataryası “ateş” komutuyla saldırıya geçer!

Paris II, sadece 18 dakikada denize gömülür. Düşman donanması içinde artık efsaneleşmeye başlayan Mustafa Ertuğrul bataryası, 145 atımdan 110’unu gemiye isabet ettirecek kadar ustadır.

Kamikaze botu ile batırılan Alexandra!Paris II’yi kaybeden Fransızlar, Türk kıyılarında intikam fırtınası estirirler. Kıyıdaki yerleşim birimleri durmadan bombardıman edilir.

Uçak gemisi Ben My Chree’nin ardından koskoca Paris II kruvazörünün de bir “dağ bataryası” ile batırılması, Müttefiklerin artık açıktan seyretmeye başlamasına neden olmuştur. Gemilerin topçu menzilinin dışından dolaşması Mustafa Ertuğrul’u durduracak değil ya!
Dağ bataryası ile uçak gemisi batırılırsa, küçük bir balıkçı teknesiyle bir savaş gemisi haydi haydi batırılır!

Topçu Mülazım Mustafa Ertuğrul, Paris II’yi batırdığı bombardıman sırasında elinden kaçırdığı Alexandra adlı savaş gemisi için dahiyane bir tuzak kurar:

“Herhangi bir yelkenlinin kaburgasını kaplayan iç tahtaları sökülerek, mümkün mertebe fazla miktarda dinamit kaburga aralarına döşenecek, tam merkezine de bir top fünyesi yerleştirilecek. Fünye halkası bir telle portakal sandıklarından birisinin altına bağlanıp, kaburgalar tekrar çakılarak düzen hazırlanacaktı. Birbirine bağlı sandıklar mutlaka bir vinç yardımıyla kaldırılacaktı ki, fünye dinamiti ateşleyip geminin batırılmasını sağlayacaktık.”

Bir “kamikaze botu” haline getirilen yelkenli, kıyıdan açılır. Açık denizde Fransız savaş gemisini gören “önceden tembihli” askerler, suya atlayıp kıyıya doğru yüzmeye başlarlar. Fransızlar portakal sandıkları ile dolu bir tekneyi ele geçirdikleri için mutludurlar, ama ya bu da o “Çılgın Türk”ün bir tuzağıysa?

Sandalın üzerine önce bir Fransız bahriye eri çıkartılır. Görünürde bir tuzak yoktur. Ama ya Türkler portakalları zehirlemişse? Sandalın uzağında duran savaş gemisi Alexandra’nın güvertesindeki gemi doktoruna birkaç portakal götürülür. Portakallar zehirsizdir! Derin bir oh çekilir… Sandal savaş gemisine yanaştırılır ve birbirine bağlı portakal sandıklarını gemi güvertesine çıkartmak için vinç çalıştırılır. Buuumm!..

Kurulan tuzağa düşen Alexandra, gövdesinde açılan birkaç metrelik delik yüzünden göz açıp kapayıncaya kadar denizin dibini boylar. Savaş tarihine, belki de “Akdeniz’de Türklerle Müttefikler arasındaki deniz savaşları” adıyla geçmesi gereken, ama aslında sadece 23 yaşındaki bir Türk subayının akıl almaz başarısının özeti böyle…

Kamaları sökülmeyen tek bataryaDünya Savaşı bittiğinde, Mondros Mütarekesi gereğince, işgal edilen Anadolu topraklarında, tüm silah ve cephaneye el konuldu. Topların kamaları söküldü. O tarihlerde Aydın bölgesindeki birlikleri denetlemekle görevlendirilen Ben My Chree’nin eski komutanı Charles R. Samson; “Gösterdiği kahramanlıktan dolayı bu batarya toplarının kamalarını sökmek askeri şerefe aykırıdır” diyerek, Mustafa Ertuğrul’un bataryasına dokunmaz!

Birinci Dünya Savaşı sonrasında kamaları sökülmeyen bu dört sahra topundan oluşan batarya, Kurtuluş Savaşı’na katılan ilk topçu birliğidir…

Çocuk Kahramanlar

İvrindi’nin Mallıca köyünden 104 yaşında vefât eden Azman Dede Çanakkale savaşına katılmış gazilerimizdendi. Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Sorduklarımı cevapladı. Söz Çanakkale’ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya ve bağıra bağıra anlatmaya başladı:

“Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta 3-4 asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu: “Yavrum siz kimsiniz?” İçlerinden biri dedi ki:

“Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz. Vatan için ölmeye geldik!..”

Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. “Mermi böyle basılır, tüfek şöyle tutulur, süngü böyle takılır, düşmana şöyle saldırılır!..” diye.

Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı “Azman yandık!..” diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Bir panik meydana getirebilirdi.

Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..

Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı,
Al sancağı teslim etti Allaha ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana,
Sütüm sana helâl olmaz saldırmazsan düşmana…


Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha… Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak… Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı.

O an geldi. Birden yüzbaşı “Hücum!..” diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden “ALLAH, ALLAH” diyerek fırladık. İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!..”

Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu. Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; “Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı.” dedi.

Cengiz Han Destanı

Cengiz Han Destanını anlatan eserler, Cengizname adını taşır. Tıpkı Oğuz Han Destanını anlatan eserlere Oğuzname denildiği gibi. Moğol, Türk ve İslami motifleri işleyişleri bakımından Cengiz Han Destanı üç ayrı rivayet halindedir.

TÜRK ANLATIMI:

Cengiz Han, baba tarafından Oğuz Han’ a dayanmaktadır; ana soyundan da Altın Han’ a varmaktadır. Altın Han Akdeniz’ de, Malta’ da hüküm sürmektedir. Çok güzel bir kızı vardır. Altın Han, dillere destan olan bu çok güzel kızını, güneş yüzü görmeyen, hiç bir yanından iç tarafına hiç bir ışık sızdırmayan bir saraya kapatıp gözlerden ırak tutmaktadır. Günlerden bir gün, bütün dikkatlere rağmen gün ışığı Altın Han’ ın güzel kızını bulur. Kızın, bu gün ışığından bir çocuğu olacağını anlayan Altın Han utancını ve yüz karasını kimseye göstermemek için kızını, kırk cariye ile birlikte bir gemiye koyar denize salar.Gemiye, denizde bir kahraman rastlar. Bu kahramanın adı Tumavi Mergendir. Altın Han’ ın kızını görür görmez beğenir, alır. Kızın bir oğlu olur. Adını Dobun Bayan koyarlar.

Altın Han’ ın kızının, tumavi Mergen’ den de çocukları olur. Bunları da, Bilgidey ve Büdenedey diye çağırırlar.

Dobun Bayan büyür, evlenecek çağa gelir; evlendirirler. Alanguva adında bir güzel kız alırlar. Dobun Bayan’ ın, Alanguva’ dan üç oğlu olur. Bundan sonra Dobun Bayan ölür.

Dobun Bayan’ ın ölümünden bir müddet sonra, Onun bir nur halinde yeniden dünyaya döndüğü anlaşılır. Bu nur halinde dönüşten sonra, yine Alanguvan’ ın kocası olmuştur ve Alanguva bir erkek çocuk daha doğurmuştur. Bu çocuğun adını Cengiz koyarlar.

Cengiz doğunca, ruhu nur halinde dünyaya dönmüş olan dobun Bayan, kurt halinde dünyayı bir daha terkeder.

Fakat, en çok kardeşleri, Cengiz’ in hem nurdan doğmuş olduğuna hem de kendi kardeşleri olduğuna bir türlü inanmak istemezler. Kardeşlerine türlü eziyetler ederler. Fakat halk ötekilerden çok Cengiz’ i sevmektedir.

Bir gün Cengiz kardeşlerinden kurtulmak için kaçar, dağda yaşamağa başlar. Türk boyları, aralarında temsilciler seçerek Cengiz’ e gönderirler ve yaşamakta olduğu dağda Cengiz’ i bulup kendilerine Han seçerler.

Cengiz Han, bütün ömrünü yurduna ve milletine verir; çalışıp didinir, dünyanın en büyük ve en sağlam devletlerinden birini kurar. Sonunda bu devleti çocukları arasında taksim ederek ölür.

Cengiz Han Destanının İslami rivayeti:

Bu rivayete göre Cengiz’ in bir adı da Timuçin’ dir. Doğacağını çok önceden kahinler haber vermişlerdir. Doğduğu zaman da , babası, Tatar Hanlarından Timuçin’ i mağlup etmiştir. Bu yüzden doğan oğlunun adını Çimuçin (Timuçin) koyar.Tıpkı Davut Peygamber gibi Timuçin de on yedi yaşına kadar çobanlık yapıp, dağda bayırda sürüsünü otlatır. Babası ölünce de, halk, Timuçin’ in kendilerine Han olmasını isterler. Zaten Timuçin’ in Han olarak seçilmesini Tanrı da buyurmuştur.

Eyliyalardan Abız gelerek Timuçin’ e Cengiz adını vermiş ve bütün dünyayı fethedip efendisi olacağını muştulamıştır. Bu sırada bir kuş ötmeğe başlamış ve öterken: “Cengiz!.. Cengiz!..” diye haykırmıştır.

Bunun üzerine Hanlığı kabul eden Cengiz evliyanın dediklerini doğrulamıştır…

21 Ocak 2010 Perşembe

Türk Savaş Sanatı ''Sayokan''

Genel Bakiş

Sayokan 4 bölge-4 hilal üzerine kurulmuştur. Her bir hilal ayak hareketi büyük komutan Alparslan'ın Malazgirt savaşında kullandığı hilal stratejisini ifade eder. Rakip hilalin içine hapsedilir ve teknik uygulamaya geçilir. Sayokan vuruşlu-yere serme sistemine sahiptir. Kahramanlık Oyunlarındaki cenkler bu kural anlayışı ile icra edilir. Ayrıca Sayokan'ın öğreti ve teknik anlayışı zıtlıkların birliği kuramı üzerine kurulmuştur. Bu anlayış teknik alanda kişiyi sağ ve sol yeteneklerini aynı seviyede geliştirir. Öğreti boyutunda ise kainatın bu anlayış ile yaratıldığını bilir ve yaşamında eksi ve artı değerleri dengelemesini öğrenir. Bu anlayış başka savaş sanatlarında yoktur. Sayokan'da iki eğitim programı ardı.

ULUÇ (TEMEL) EL TEKNİKLERİ : Ok yumruk - Orak yumruk - Kanca yumruk - Döner dirsek - Sağ ve sol sancak - Gökkuşağı - Kalkan - Burgu - Kılıç el - Sarmala at - Ters sarmala at - Osmanlı eli - Direk ok - Direk orak - Direk Osmanlı eli.
ULUÇ (TEMEL) AYAK TEKNİKLERİ : Alt, orta ve üst tırpan - Omca - art tekme - Art orak tekme - ön tekme - yan tekme - Eklem tekmesi - Ters eklem tekmesi - Durduran tekme.

TÜRK KÜLTÜREL MOTİFLERİ : Türk savaş sanatı tanımlamasından anlaşılacağı gibi, Türk kültür, geleneklerine göre kurgulanmış destanlarından etkilenmiş, yeni Türk neslinin de tarihimizde ki kahramanlıkları, yiğitlikleri hatırlamaları, ruhsal boyutunu yaşamaları, akıl ve beden gücünün ortak kullanımının kazandırdığı zevki tatmaları, Sayokan'da ilke edinilmiştir. Sayokan, kültürümüzdeki değerlerin tekrar yaşatılması, bu değerlerle Alpların yetiştirildiği bir kültürleştirme hareketidir. Prof.Dr. Özbay Güven hocamız “Türklerde spor kültürü” adlı kitabının bir bölümünde şöyle diyor. “Sporun tarihi, insanın doğa koşulları ile tanışarak, ona uyması doğada egemen olmaya başlaması ve kendisini korumak için tek araç olan vücudunu ve adalelerini geliştirmesi ile başlar. Başlangıçta sporun insanların fazla enerjilerini boşaltmak, sağlıklarını ve güzelliklerini geliştirip korumak, boş zamanlarını değerlendirmek, barışa katkıda bulunmak ve ticari yararlar sağlamak gibi amaçlar için yapılmadığı kesindir. İnsanlık tarihi ile insanın korunma ve güvenliğini sağlama mücadelesi de birlikte başlamıştır. İlk çağlardan kalma bazı resimler, spor dallarının da belirmeye başladığını gösterir. Ancak, spor tarihinin başlangıcı diye adlandırdığımız resimlerin çoğu savaş ile yakından ilgilidir. Savaşların beden gücüne dayandığı çağlarda spor, savaşa hazırlık dönemi oluşturmakta idi. Türkler de bu dönemlerde savaşa yönelik işlevleri olan sporları yapmışlar ve desteklemişlerdir.“

Günümüz yüzyılına bu anlayışı taşıyan ve başarılı olan Karate, Aikido, Judo ve Sumo ile Japonya; Tae kwon do, Hapki do, Tang soo do ile Kore; Kung-fu ve versiyonları ile Çin, Muay Thai ile Tayland olmuştur. Son 10 yıldır ise Savate ile Fransa, Capoeira ile Brazilya, Krav Maga ile İsrail bu rekabette yer almaya çalışmaktadırlar.Teknolojik alanda gelişmiş sanayi toplumları veya günümüz insanları, korumak, korunmak, güvenlik kaygılarını oluşturan duygularından hiçbir şey kaybetmemiştir, sadece tarz, yöntem, öğretiler değişmiştir.

Savaş sanatları, ne kadar savaşa hazırlık olmaktan çıkmış gibi görünse de güçlü, akıllı bireylerin yetişmesi için spor adı altında eğitimlere gereksinme yarınlarda da devam edecektir. Çünkü milli kültür ve mirasların devamiyetinde, sağlıklı nesillerin oluşmasında, vatan ve bayrak gibi milli değerlerin korunmasında akli olduğu kadar bedensel güce de gereksinme vardır. Ayrıca barışın koruyucuları savaşçılardır.

Türk savaş sanatı Sayokan, akıllı, çalışkan, erdemli, barış yanlısı, güçlü, kuvvetli, kahraman ve yiğitlerle dolu tarihimizi görselleştirmek, yaşatmak, uluslararası alanda ise bu kültürümüzü tanıtmak için oluşturulmuştur. Toplumumuzda kendi (ben) rızasını düşünen ve elde etmek için peşinden koşan, bencil, egoist bireyler yerine; milletinin faydalanabileceği çalışmalar ortaya koyan, inanç ve milli değerlerini yaşayarak koruyan, “biz” diyebilme erdeminde olan, emin, samimi, sadık, kalbi-i rızası ön planda olan bireyler yetiştirmektir.

Neden “savaş sanatı” deyimi kullanılıyor. Bu branşlar için ülkemizde yanlış kullanılan, “dövüş sporları”, “Uzakdoğu sporları”, dövüş sanatı” gibi tanımlar ve kavramlar dünya savaş sanatları terminolojisinde kullanılmaktadır. Söz konusu branşların dünyadaki ortak adı, “savaş sanatları” (martial= savaşla ilgili, savaşçı; Arts=sanatlar)dır. Ülkemizde yanlış anlaşılmalara sebep olma olasılığı olsa da biz doğru tanım“savaş sanatları”nı kullanmanın sorumluluk olduğu düşüncesindeyiz. Dünya böyle tanımlıyor, bizde doğrusunun bu olduğunu düşünüyoruz ki, yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere savaş beden eğitimi ve stratejilerinin oyunlaştırılmasından ve daha sonra spor alanlarına taşınması sonucu meydana gelmiştir bu branşlar…Japonya’da tüm savaş sanatlarının bağlı olduğu resmi kurumun adı “Budo Kan” dır.

“Bu” = Ordu, silahlı kuvvetler,
“Bushi” = Samurai, derebeyi, savaşçı, asker,
“Bushido” =Samurai savaşçılık öğretisi.
“Do” =Yol, öğreti, moral, ahlak.
“Budo Kan” = Savaşçının yolu kuruluşu.
“Kan” = Büyük bina, yapı. Anlamlarındadır.

Japon savaş sanatlarının etimolojik (köken) olarak nereden geldiğini bu küçük örnekle algılayabiliriz. Diğer savaş sanatları da aynı etimolojik sürece tabidirler. Şu bir gerçektir ki, savaş sanatlarına sahip ülkeler, uluslararası milli siyasetlerinin içinde “savaş sanatlarını” bir lokomotif, katalizör olarak kullanmışlardır. Japon dilini, kültürünü, tarihini, geleneklerini bünyesinde yaşatan Japon savaş sanatlarının bugün 156 dünya ülkesinde binlerce okulları bulunmaktadır. Aynı zamanda sivil toplum örgütü niteliği taşıyan bu okullar, faaliyet gösterdikleri ülkede, o ülkenin insanları tarafından, kendi finans kaynakları ile açılmakta yürütülmektedir. Yani, Japonya adına, Japon olmayan bir çok dünya ülkesi insanları kendi istekleriyle, Japonya’nın dilini, kültürünü, geleneğini, tarihini yaşatmaktadır. Japon savaş sanatlarının yürütüldüğü dünyada ki binlerce okul, milyonlarca yabancı (Japonlara göre) bu sanatlarda daha usta olmak için, bu ülkeyi daha yakından görmek, kahramanlarını tanımak, yaz – kış kampları etkinliklerine katılmak için de bu ülkeye akın etmektedirler…156 ülke kendi ülkelerinde düzenledikleri seminerlere, konferanslara, yaz-kış kamplarına büyük ücretler ödeyerek Japon ustaları getirmektedirler. Yani, kısacası konunun bir de ekonomik boyutu bulunmaktadır. Tahayyül edebiliyor musunuz ; Türk olmayan insanların, yabancıların, kendi ülkelerinde kendi kaynaklarıyla SAYOKAN okulları açıp, bu okullarda Türkçenin, Türk tarihinin, Türk Kültürünün yaşatıldığını, ülkemize binlerce insanın SAYOKAN eğitimleri almak için geldiğini, ekonomik bir boyuta da katkı sağlandığını…

Sön söz olarak, kanıtı hala yukarıda bahis olduğu gibi dünyada yürürlükte olan bu gerçeği, Sayokan ile gerçekleştirmeyi hedefledik…Peki bu hayal mi?

Biz hayal kurmayız, istikamet bellidir. Bu istikamet üzre doğru olanları yapmaya çalışırız taktiri, taktir makamı değerlendirir.

SAYOKAN ; “SAvaşçının YOlu ve KAN’ı” cümlesindeki kelimelerin baş hecelerinin birleştirilmesi ile meydana getirilmiştir. Türk savaş sanatı, savaşçı sözcüğü ile nasıl savaşçı olunacağının yolunu, yani akıl ve beden gücünü kullanabilme yeteneğini ve disiplinini ; Yolu sözcüğü ile erdemliliği, barışı, çalışkanlığı, sevgiyi, saygıyı tarihteki büyüklerinin, gelenek, örf ve ananelerini ;, Kanı sözcüğü ile de tarihteki kahramanların birliğini, devamiyetini amaçlamaktadır.

FAALİYET AYLARI – MEVSİMİ : 06 Mayıs – 08 Kasım tarihleri arası Kahramanlık Oyunları organizasyonlarının yapıldığı aylardır. Bu tarihler arası atalarımızın ruz-ı hızır diye adlandırdığı 179 günlük bir dilimdir. Tarihimizde hızır günleri olarak adlandırılmıştır. Savaşa hazırlık, şenlikler, festivaller, izdivaçlar hep hızır günlerinde organize edilmiştir. 09 Kasım – 05 Mayıs tarihleri arası, gelişim, teknik, hakemlik, yönetim, organizasyon seminer, toplantı ve sempozyumlarının yapıldığı aylardır. Tarihimizde atalarımız bu tarihler arasındaki ayları kasım günleri olarak adlandırmışlardır. Bu aylar arasında alplar Kahramanlık Oyunlarına teknik, taktik, sürat ve kuvvet antrenmaları ile hazırlanırlar

ALP YAZILIĞI (CENK MEYDANI) : Cenkler (müsabakalar) çim üzerinde yalın ayak yapılır. Cenk anında yağmur yağsa da cenkler devam eder. Cenk meydanı üç parsele bölünür. Birinci parsel Baş boyu (Baturalp), ikinci parsel Orta Boy (Konuralp) ve üçüncü parsel Ayak Boyu (Gencalp) olarak ayrılır. Bayanlar içinse en son bir parsel kullanılır. Eşleşen alplar aynı anda cenke başlarlar. Her cenk için belirlenmiş bir sınır yoktur. Her cenk bir hakem tarafından yönetilir. Ayrıca kule hakemleri vardır.

ALPLIK OKULU : Eski Türkler M.Ö. 6.yüzyılda Pi-yung adı verilen kale şeklindeki bir binada “Alplık Teşkilatı”nı kurdular. Dünya tarihinde ki ilk kurumlaşmadır. (Kaynak, Türklerde Spor Kültürü s.22-23 Prof.Dr.Özbay Güven). Bundan dolayı Sayokan’ da eğitim yerlerine Alplık Okulu adı verilir. Kişi önce Alp sonra Eren olma yolunda ilerler. Lakin Türk savaş sanatı yabancılar tarafından da icra edildiği için Alplık esas alınmış, erenlik ise kişilerin tercihlerine bırakılmıştır.

Cenk ABAsı

Cenk ABAsı

ABA : Sayokan abalarının çıkış noktası orijinal Türk (Uygur) abasıdır. Bu aba hala Türkistan'da kullanılmaktadır. Yukarıdaki aba 2 asırlıktır. Ve Türkler asırlar boyunca yukarıdaki aba veya benzer abalar giymişlerdir.

Egitim ABA sı

Eğitim ABA sıSayokan’ da cenk elbiselerine aba denir. Beyaz üst ve mavi üst aba olmak üzere her alpın sahip olması gereken 2 abası bulunur. Her iki abanın altları beyazdır. Beyaz aba beyaz köşe için, mavi aba ise mavi köşe içindir. Abaların kolları dirsekten üç parmak üsttedir. İki yakadan oluşan ön kısmı, sol parça sağ tarafın üstüne gelecek şekilde kapanır. Kalın kumaştan yapılan abaların omuzları sarı bir kumaştan kaplanmıştır.

Üst mavi, alt beyaz aba ise eğitim abasıdır. Alplık programı A ve B' de de kullanılır.

Bileklerde özel tasarlanmış bileklikler, bileklere zarar vermemesi içindir. Cenklerde kullanım mecburidir. Bele bağlanan kemer iki kez dolandırılır. İlk bele dolama Allah’a sadakat ve bağlılığı, ikinci bele dolama devlet ve millete sadakat ve bağlılığı, atılan düğüm ise bu ilkeleri kabul ettim, nokta koydum anlamındadır. Bu iki ilke madde ve manayı ifade eder. Yani zıtlıkların birliği kuramını tasdik eder.

Hakem abası, üst sarı, alt siyahtır. Bele ise hakemin seviyesini belirten kemeri takılır. Bir bileğinde mavi renk bant vardır, doğu alplarını, sol bileğinde beyaz bant vardır, batı alplarını ifade eder.

Hakem ABAsı

Hakem ABAsı

SELAM : Sayokan’da selam yerde ve ayakta olmak üzere iki şekildedir. Her iki selam türünde de sağ yumruk kalbin üzerine konur, baş öne eğilme yapar.

Yer selamı ; Sol diz üzerine sol el konur, sağ yumruk kalbin üzerinde sağ diz yerdedir, baş eğilir.

Ayak selamı: Ayaklar kişinin omuzları genişliğinde yana açılır, ayak baş parmakları tam karşıya bakar, sol el yumruk aşağıda, sağ el yumruk kalbin üzerinde, baş öne eğilir. Eğilmeler belden değildir. Sadece baş hareketidir. Alplik okullarında bayrağa karşı her iki selamda kullanılır. Aybar’a (eğitimci) ise sadece ayakta selam verilir.Cenk meydanında bayrağa ve protokole, halka toplu selamlama ayakta yapılır. Bayrağa selamın anlamı “yüreğimdesin”, halka selamın anlamı ise “yiğitlik şanımı koruyacağım, sizde şahit olun” şeklindedir. Cenkler ayakta selam ile başlar, anlamı “yiğitliğini kabul ediyorum, yiğitliğimi kabul et”. Alplarden birinin yenilmesi veya cenki bırakma isteklerinde ise yenilen yer selamı verir, anlamı “yiğitliğin benden üsttedir”

TOPLUMSAL ETKİSİ : Ülkemizin bir çok yerinde organize edilecek Sayokan Kahramanlık Oyunları birbirini tanımayan ama aynı kültürü yaşatan bir çok alpı bir araya getirecek, genel anlamda birlik ve beraberliğin kuvvetlenmesini sağlayacak, milletimize de yaşatacaklardır. Bireylerin toplumsallaşmasında, kimlik kazanmasında Sayokan’ın içindeki milli kültürü, örf, ananevi ve öğretisi katkı sağlayacaktır. Kültürleşme hareketi olan Türk savaş sanatı Sayokan, Türk milletinin kahramanlık, yiğitlik yeteneklerini sergilediği, görselleştirdiği organizasyonları sayesinde, Türk karakterinin, kişiliğinin unutulmamasını, daha iyi tanınmasını sağlayacaktır. Aklın, sertliğin, çevikliğin, mukavemetin, yiğitlik-erlik erdemlikler Kahramanlık Oyunları vasıtası ile sunulacak; Türk motifleri ile bezenmiş merasimlerin, ritüellerin bireyler arasındaki bağların güçlenmesine, pekişmesine, geleneklerin sürmesine, inançların tazelenmesine, değer yargılarının kökleşmesine katkı sağlayacak; toplumu canlı biçimde ayakta tutacaktır. Türk milletinin bir üyesi, Türkiye cumhuriyetinin bir vatandaşı olmanın mutluluğunun duygusunu verecektir. Türk milletinin kendine güveni yenilecek, canlı tutulacaktır.

ESTETİK YAPISI : Sayokan Kahramanlık Oyunlarında güçlü beden, stratejilerin aklederek, teknik hareketlerle akıcı bir şekilde sergilemesi insan vücudu estetiği ile görselleştirilir. Köslerin veya davulların makamları, müzisyenlerin tarihi vurguları, kıyafetler, cenk meydanının dekoru, ritüeller ve merasimler estetik unsurlar arasında yer almaktadır.

EKONOMİK YAPISI: Sayokan Kahramanlık Oyunları organizasyonları çoğunlukla ülkemizin muhtelif bölgelerinde gelenekleştirilmiş yerel büyük festivallerde faaliyet gösterir. Bu festivaller büyük belediyelerin katkıları ile olur. Alpların yollukları ve dereceye giren alpların ödülleri organizasyon sahibi belediye başkanlıkları tarafından ödenir. Ödüller organizasyonun büyüklüğüne göre değişkenlik arz eder. Türk savaş sanatı Sayokan, yağlı güreşimiz gibi yarı profesyoneldir. Bu yapısından dolayı mesleki bir yapıya bürünmesi sağlanacaktır. Ayrıca uluslararası hedeflerimiz, ülkemiz ekonomisine, turizmine, tanıtımına katkı sağlamak amaçlıdır.

Tarihçe

Sayokan Avrasya Federasyon Simgesi
Savaş sanatlarına 1973 yılında başlayıp bir çok ülkelerde araştırmalar yapan ve başarılar elde eden, dünya ustaları tarafından da yakınen tanınan Nihat YİĞİT tarafından kurulmuştur.

Sayokan bir Türk savaş sanatıdır. Dünya Türkleri' nin savaş sanatıdır. Ayça (hilal) stratejisi, kurt kapanı oyunları ile, Türkçe kavramlar bütünü ile, sıradüzen ünvanları ile, kahramanlık oyunları ile, Atatürk'ün Türk Milliyetçiliği hedefleri ile, Sayokan'ın en üst ünvanından en alt ünvanına kadar Sayokan içinde yaşatılan töresiyle, faaliyetlerindeki Türk kültürünün yaşatılma gayretleriyle, kültürel davranış disiplinleri ile Türk savaş sanatıdır. Dünya savaş sanatları arenasında Türkü, Türk Milletinin seciyesini, kabiliyetlerini ortaya başka savaş sanatları ile değil Türk savaş sanatı ile layıki ile kanıtlama kararlılığı noktasında tek Türk savaş sanatıdır. Savaş sanatları alanında dışarı bağımlılıktan kurtulma noktasında gücünü, farklılığını ortaya koyan bir savaş sanatıdır.

Bundan sonra artık Türk Milletinin katkı ve destekleri ile gelişmeli ve büyümelidir. Kurucusu Yabgu Nihat YİĞİT şöyle diyor...

*Her alanda ve branşta yurt dışına bağımlılıktan kurtulmalı, dünya arenasında kendimize ait, övünç kaynağımız olacak çalışmalar üretmeliyiz. Kendimizi tanıtmanın ve tanınmanın yolu, dışarıdan getirdiğimiz unsurların üzerine kimliğimizi yazarak değil, tarihimizle, kültürümüzle, dilimizle anılacak çalışmalarımızla, dünya arenasında rekabet etmekle mümkündür. Dış dünyanın çalışmaları, ürettikleri ilham kaynağımız olabilir. Taktir ve taltiflerimizle teveccüh gösterebiliriz. Ama bağımlı olmak 16 bin yıllık tarihe sahip, medeniyet ruhu ve şuuru taşıyan bir milleti ancak tembelleştirir. Gelişmek başkalaşmak veya başkalarından medet beklemek değildir. Başkaları ile rekabet edebilmek, rekabet edebilme gayreti ile üretmektir.

*Sayokan, dünya savaş sanatları alanında bizi anlatmaya ve tanıtmaya gayret eden; bu alanda bizde varız diyebilmenin onurunu yaşatmak amacı ile Millet merkezli bir kültürleştirme hareketidir. Yabancı alanlarda, yabancıların kuralları içinde varlık mücadelesi vermek yerine; bizim alanlarımızda yabancılara adalet, hakkaniyet ve misafirperverliğimizle, şanlı geçmişimizle varlığımıza taktir ve teveccüh göstermelerini sağlamak daha anlamlı ve onurlu olacaktır. Bu bir ırkçılık değildir. Irkçılık başka milletlere yaşama hakkı vermemek demektir. Bu bir VATANPERVERLİKTİR...Taktir ve teveccüh büyük Türk Milletinindir. (“Yabgu” Nihat YİĞİT )

Sayokan bir Türk kültürleştirme hareketidir. Büyük Milletimizin teveccühü ve kabulü ile önümüzdeki yıllar kültürümüzün bir parçası olacaktır. Tüm kültürlere katkı, önce kültürleştirme hareketi ile başlar, daha sonra milletin kabulü ile kültürün bir parçası olur. Örneğin yağlı güreşimiz atalarımızın Anadolu'ya gelmesi ile başlamıştır. Orta Asya'da iken aba - kuşak güreşlerimiz mevcut iken, Anadolu'ya gelişimizden sonra güreşimiz yeni bir boyut kazanmıştır. Sayokan'da kurucusu "Yabgu" Nihat Yiğit tarafından büyük Türk Milletine armağan edilmiştir.

TERMİNOLOJİSİ

Yumruk


Ok Yumruk

Orak Yumruk

Kalkan

Kılıç

Kanca Yumruk

Burgu

Omca (Bağ kütüğü)

Tırpan

Ön tekme

Yan tekme

Art tekme

Art orak tekme

Eklem tekme

Döner Dirsek

Gökkuşağı

Togay (Dolunay)

4 Yay - Hilal

Alt

Orta

Üst

Sağ

Sol

Dön/Çevir

Hazır ol

Duruş

Süvari

Birbirinize

Tola ( Dolu, içi boş olmayan)

Rakip

Cenk oyunu

CenkToy ( acemi, tecrübesiz)

San (Ünvan)

Toralp (Eğitilmemiş Yiğit)

Tuyun (Ağa)

Aybar ( Saygılı, görkemli kişi)

Taygun (Yönetici ünvanı)

Tanyu (Hakan-Kaan)

Yabgu (Hükmeden lider)

Orunbay (Makam sahibi, büyük görevi olan kişi)

Tam puan

Ön

Yan

Öngörü

Mesafe

Atma / Fırlatma

Birinci Hilal

İkinci Hilal

Üçüncü Hilal

Dördüncü Hilal

TatbikSavaşçı

Sarmala-at

Ters sarmala-at

SAYOKAN

Kendini Korumanın Birliği

Cenkal

Osmanlı

Dur

Başla

Duruş

Sağ Sancak

Sol Sancak

Toy Tola

Sarp Tola

Gören Tola

Hakimiyet Tola

Dora (Doruk)

TolaAsker (Sayo) Tola

Cenk Tola
Osmanlı Tola

BENGİALP

Yiğitliği ve kahramanlığı ile sonsuza dek anılacak olan kişi. ( Immortality title )

BENGİSAN

Aynı anlamın bayanlar için kullanılan ünvanı. ( Immortality title for female )

Küresel Krizde Büyüyen Tek Ülke; Azerbaycan

Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev, 2009 yılında gayrısafi yurtiçi hasılanın (GSYİH) yüzde 9.3 artış kaydettiğini açıkladı. Bu rekor büyümede özellikle petrol alanında yapılan yatırımların etkili olduğu belirtiliyor.

Her ne kadar bu oran oldukça yüksek gelmiş olsa da, 2008′deki yüzde 11’lik büyümenin altında kaldı. Azerbaycan ekonomisi, 2003 ve 2007 yılları arasındaki süreçte, petrol ihracatının etkisiyle toplamda yüzde 21′lik bir büyüme oranı kaydetmişti.

KRİZDEN ETKİLENMEDİ

“Dünya ekonomisinin bir parçası olan Azerbaycan, küresel mali krizi küçük sıyrıklarla atlatmayı bildi. Uygulanan ciddi sosyal ve ekonomik reformlar Azerbaycan’ın kapsamlı bir kalkınma sürecine girmesini sağladı” diye konuşan Aliyev, ülkesinin GSYİH oranında yaşanan yüzde 9.3’lük büyümenin bu ekonomik şartlarda tarihi bir olay olduğuna dikkat çekti.

Devlet Başkanı aynı zamanda, ülkede 74 bin yeni iş imkanının yaratıldığını, fakirlik oranının yüzde 11 oranında düştüğünü ve ülkenin stratejik para kuru rezervlerinin 20.4 milyar dolara yükseldiğini belirtti.

Ancak analistler, petrol ve doğal gaz zengini olan ülkenin, dünyanın son yıllarda gördüğü derin finansal mali krizden petrol ihracatından ziyade, elindeki yabancı varlıklar, güçlü mali tasarruflar ve küresel mali akışla bağlantılı olan ülke içindeki bankalara çok fazla bağımlı olmamasından kaynaklandığını söylüyor.

EKONOMİSİNİ ÇEŞİTLENDİRMELİ

Azerbaycan, 2010’da petrol fiyatlarının varil başı 45 dolar seviyesinde olacağı tahminiyle, yeni yıl için yüzde 6.8 gibi bir büyüme hedefi belirledi. Ülkede GSYİH’nın yüzde 3.9’una denk gelecek bir bütçe açığı beklenirken, yıllık enflasyonun yüzde 3 oranında olması hedefleniyor.

Eleştirmenler ise, ülkenin fazlasıyla petrol gelirlerine bağlı olduğunu ve ekonomisini canlandırmak için fazla çaba sarf etmediğinden, hedeflere ulaşma konusunda sorun yaşayabileceğini belirtti.

Türk At Kültürü














Türk At Kültürü

Gök Türk Yazıtları’nda adları sık sık geçen Kurıkanlar, Baykal gölünün batısında yaşarlardı. Kurıkanlar’dan kalmış kaya resimleri arasında Gök Türk yazısı ile yazılmış Türkçe yazıtların bulunması, Kurıkanlar’ın bir Türk boyu olduğunu göstermektedir. Gök Türklerin de küzeyinde bulunuyorlardı. Çin kaynakları, Kurıkanlar’ın çok büyük ve güçlü olan, boyunları deve boynuna benzeyen atlarının bulunduğunu yazarlar. Kurıkanlar’dan kalmış kaya resimlerinde de uzun boyunlu güzel atların bulunması Çin kaynaklarını desteklemektedir. Kurıkan kaya resimlerinde atların yeleleri tarak ağzına benzer bir biçimde kesilerek süslenmiş, boyunlarına da bir püskül asılmıştır. Bu tarak biçimindeki at yeleleri Altaylar’daki Gök Türk, Kırgız çevrelerinde bulunduğu gibi, Hunlar’ı temsil eden Çin kabartmalarındaki at yelelerinde de bulunur. Türkler, atın yelelerine astıkları bu süslere bonçuk, monçuk (boncuk) derlerdi.Kurıkan kaya resimlerinde, atların bazılarının kuyrukları düğümlenmiştir. At kuyruğunu bağlama geleneği Türkler’e özgüdür. Alp Arslan da, Malazgirt Meydan Savaşı’nda atının kuyruğunu bağlamıştı. Türkler, at kuyruğunu iple bükme ya da bağlamaya sırtlamak derlerdi. Harezmşahlar döneminde yazılmış Türkçe sözlüklerde

tügdi atnın kuyrugın” şeklinde deyimlere rastlanır. At kuyruğunu bağlama geleneği Kırgızlar’da, Hunlar’ı temsil eden Ho-Chü-P’ing dikilitaşında, Çin ressamı Han-Kan’ın yapmış olduğu bir Hun portresinde ve sair Türk boylarında da görülür. Bu gelenek daha sonra Moğollar’a da geçmiştir.Kurıkan Türkleri’nin kaya resimlerimlerinde atlara bazan üç kişinin bindiği görülür. Birden çok kişinin ata binmesi adeti öteki Türk boylarında da vardı. Türkler, at üzerine ikinci bir kişinin binmesi için ayrılan yere sugarsuk, atın arkasına binene de köçük derlerdi.

Uygur Türklerin de mülkiyet at renklerine göre düzenlenirdi. Peçenek Türklerinde de benzer biçimde, boylar atların renkleriyle vurgulanır.

TÜRK ORDUSUNDA AT Hun Türkleri, binicilik ve savaş eğitimlerine daha çocukken başlar;

önce koyuna, sonra taya, en sonra da ata binilerek süvarilik öğrenilirdi. 4-6. yüzyıl Roma ve Batı kaynaklarına göre “Daha yeni yürümeğe başlayan Hun çocuğunun yanında eyerlenmiş bir at hazır bulunurdu”, “Hunlar at üstünde yerler, içerler, konuşurlar, alış-veriş yaparlar, uyurlardı”,

“At başka kavimleri yalnızca sırtında taşır, ama Hunlar at üstünde ikamet ederlerdi”.

7-10. yüzyıl Bizans kaynaklarına göre “Türkler sanki at üstünde doğmuşlardır, sanki yerde yürümesini bilmezler”.

Çin kaynaklarına göre, en iyi at eğiticisi olan Asya Hunları, kimsenin dokunamadığı yaban atlarını yakalayıp evcilleştirirlerdi.Hun, Gök-Türk, Selçuklu, Türk-Moğol ve Osmanlı kaganlıkları (=imparatorlukları) at üzerinde yaşayarak ve savaşarak kurulmuştur. Türkler yaşın (=şimşek) gibi hızlı atlarıyla kolaylıkla fetihler yapar, uzak-yakın ülkeleri ele geçirirlerdi. Ağır zırhlı orduları baskın ve ani saldırılarla şaşkına çevirir, girişimi daima elde bulundurarak düşman saflarını bozar, sonunda da yok etme saldırısını başlatırlardı. Bu durum, zaferin az bir kayıpla kazanılmasını sağlardı. Bundan ötürü Ortaçağ kaynakları, Türk savaşçılarının “kasırga gibi birdenbire görünüp, kuşlar gibi uzaklaştıklarını” şaşkınlıkla tasvir etmişlerdir.

Eski Türkler’in atlı birlikleri, çağımızın zırhlı birlikleri gücündeydi.Büyük çoğunluğu okçu atlılardan kurulu Türk orduları, atın sağladığı hız ile ağır ve kütle muharebesi yapan yabancı ordular karşısında üstünlük kazanırlardı. Bozkır savaş yönteminin iki önemli özelliği vardı: sahte geri çekilme ve pusu. Yani kaçarmış gibi geri çekilerek, düşmanı çember içine almak için pusu kurulmuş yere çekmek. Kurt Oyunu ya da Türk yurdunun eski adından ötürü Turan Taktiği adı verilen bu savaş oyununun temel faktörü at ve atın sağladığı süratti. Atın sağlamış olduğu sürat olmasa bu taktik uygulanamazdı. Türkler, Bozkır döneminde ve daha sonra da (1071 Malazgirt, 1369 Niğbolu, 1526 Mohaç, Kurtuluş Savaşı’ndaki bir çok çarpışma vb) bu taktiği büyük bir beceri ile uygulamışlardır.Türk atlıları, savaş alanında atların renklerine göre belli kanatlarda yer alırlardı. MÖ 201′de Çin imparatoru Kao-ti’yi kuşatan Motun’un (Mete) savaş düzeni de böyle idi ve doğuda boz atlılar, batıda kır atlılar, küzeyde yağız atlılar, güneyde doru atlılar yer almıştı. Savaşa girecek atların kuyruklarının kesilmesi de eski Türkler’de yaygın bir gelenekti. Çetin savaşlara girmek üzere hazırlanan savaşçılar atlarının kuyruklarını kesip tuğ yaparak kendilerinin fedai olduklarını ilan ederlerdi; savaşçı savaşta ölürse, kesilmiş olan atının kuyruğu mezarına dikilirdi. Zafer için Tanrı’ya yapılan eski at kurbanlarının bir tür devamı olan bu gelenek, daha sonraları atın kuyruğunu düğümleme biçiminde devam etmiş, Osmanlılarca da uygulanmıştır. Ayrıca aynı gelenek (savaşa giden savaşçının atının kuyruğunu düğümlemesi)

Kuzey Amerika Kızılderililerinde de vardı. Eski Türkler de kutsal Türk sancağı tuğ idi. Türk devletinin ve bağımsızlığının simgesi olan tuğ’un başına at kuyrukları bağlanırdı. Tuğ dört bölümden oluşurdu: 1.süslenmiş tuğ direği 2.direğin başına bağlanmış at kuyrukları 3.tuğ başı (direğin başına konulur ve kuyrukların bağ yerini gizlerdi) 4.tuğ başının üzerine konulan kurt başı.

ESKİ TÜRK DİNİ ve MİTOLOJİSİNDE AT

Eski Türkler’de Gök Tanrı ve atalara kurban olarak hayvan kesilirdi. Kurban, hayvanın erkeğinden olurdu. Dede Korkut Kitabı’nda yiğitler koyundan koç, deveden buğra, attan aygır kırdırırlar yani kestirirler. En geçerli kurban olan at iskeletlerine Bozkır Türk boylarından kalma sinlerde (mezarlarda) rastlanır. Bundan ötürü Asya Hun, Gök-Türk, Avrupa Hun ve Avrupa Avarları’nın mezarlarında bol oranda at iskeleti bulunmuştur. Çin kaynakları Hun kağanının her yıl dağda, göğe at kurban ettiğinden söz ederler. Bu kurban törenlerinde özellikle ak at kullanılırdı. Gök Tanrı’ya kurban verme işlemleri Proto-Türk ve Hun dönemlerinde olduğu gibi, Gök Türk döneminde de sürmüştür.Atın kurban edilmesi İbn Fadlan’ın seyahatnamesinde de anlatılır. Kesilmiş ağaçlar üzerinde mezarın başına asılan at, ölünün uçmağa (=cennete) giderken bineceği attır. Müslümanlık döneminde de kimi Türk hükümdarları atıyla birlikte gömülmüş ya da atının tek başına gömülmesi için -tıpkı islam öncesi dönemde olduğu gibi- mezar yapılmıştır.Türklerle ilgili birçok efsane ve destanda at, sahibinin yakın arkadaşı, zafer ortağı ve en değerli varlığı olarak geçer. At, Türk kozmolojisine göre su unsurunun hayvan biçimli timsalidir. Su kökenli atlar denilen sudan çıkan kanatlı atları anlatan efsaneler bu unsurla ilgilidir. Ayrıca, ak atların üzerinde beneklerin bulunması da uğurlu sayılmakta olup yine bu unsurla ilişkilidir. Başka bir efsanevi at ise gök kökenli atlardır. Bu atlar kanatlı olarak düşünülmüşlerdir. Atla ilgili mitolojik motifler İslamlıktan sonra da devam etmiştir. Hz. Muhammed’i Miraca çıkaran Burak, Kur’an da betimlenmemesine karşın, insan yüzlü ve gövdesi benekli bir at biçiminde tasvir edilmiştir.

Türk destanlarında at en önemli unsurlardan biridir. Bir çok destanda at, alp’ın (alp= kahraman, yiğit,) hem bu dünyada silah arkadaşı olduğu için, hem de öldükten sonra öteki dünyada yoldaşı olacağı için ayrı ve eşsiz bir değer taşır. Türkler atların denizden çıkan, dağdan inen ya da gökten, yelden, mağaradan gelen kutsal aygırlardan türediğine de inanırlardı. Çin kaynaklarında Hunların Asya’nın en güzel, en uzun koşan atlarını yetiştirdikleri kaydedilmiştir. Cins atına binen Motun (Mete) Han’a kimse yetişemezdi. Kırgız Türklerinin destan kahramanı olan Manas’ın ak-kula donlu, soylu güzel atına da kimse yetişemezdi. Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz’un çocukluğu “At sürüleri güder, ata biner idi” sözleri ile övülüyordu. Oğuz Kağan, ilk kahramanlığını da at sürülerini ve halkı yiyen canavarı öldürerek göstermişti. Yine Buz Dağı’na kaçan atını bulup getiren bir beğ’e Karluk adını vermiş, onu beğlere baş yapmıştı. Böylece Karluk Türklerinin ad alışında da bir at rol almış oluyordu.

Eski Türkler’in at’a verdikleri önem atasözü ve deyimlerine de yansımıştı;

“Yayan erin umudu olmaz”,

“At işler, er öğünür”,

“At, Türk’ün kanadıdır”,

“Türk, çadırda doğar, at üstünde ölür”,

“At ölümü, er ölümü, olmasın”,

“Kuş kanadı ile, er atı ile”,

“Atı kuyruklu olanın sözü buyruklu olur” sözlerini sık sık söylerlerdi.


Bir Türkmen atasözünde ise şöyle denilir:


Sabah kalk atanı (=babanı) gör, atandan sonra atını gör”.

Savaşlarda atlar binicisine göre giydirilir ve zırhla donatılırdı. Savaştan önce at yarışları düzenlenir, savaş sonrasında at en değerli ganimetlerden sayılırdı. Kahramanlar aygıra binerlerdi. Çünkü Türk atlarının aygırları makbuldü. Aygır olmayan atı Türkler iğdiş ederlerdi. Böylece atlar daha dayanıklı olurdu.Alpların ölümünde at onların vefalı bir arkadaşı ve yoldaşıdır. Manas’ın ilk ölümünde atı yas tutmuş, yemeden içmeden kesilmiştir. Manas Destanı’nda, Almam Bet Kalmuklar’ca öldürülünce atı Sarıala, savaş alanında yelesinden ve kuyruğundan ayrıldığı, zayıfladığı halde, perişan durumuna bakmadan, sahibinin ölüsünü düşmana bırakmayıp Talas’a getirir.Türk destanlarında atın kişilik kazandığı görülür. Kırgız Türkleri, güzel ve cesur atlara Gök Kurt anlamında “Gök Börü” derlerdi.

Köroğlu’nun ünlü kır atı, bir insan gibi dokuz ay dokuz günde doğmuştur. Bir insan gibi zeki ve anlayışlıdır. Köroğlu’nun yiğitleri ile birlikte tutsak edilince, kimse kendisini almasın diye kör ve topal taklidi yapar.

Dede Korkut Destanları’nda Bamsı Beyrek, zındandan çıkıncaya değin kendisini 16 yıl bekleyen atına şöyle seslenir:
”At demezem sana
Kardaş diremKardaşımdan ileri”

Türk destan ve efsanelerinde at kutsaldır, gücünü de Tanrı verir. Yakut Türkleri’nin Er Sogotoh Destanı’nda sarı at, kutsal ve güçlüdür. Manas Destanı’nda Almam Bet de atıyla, uçan serçeyi yakalar. Köroğlu Destanı’nın sonunda, Kır At ölünce Köroğlu kendini savunmaz. Çünkü Kır At’tan sonra ona yaşamak gerekli değildir; başını katillere uzatır…Oguzlar’da atların başları çok kez koç ve toklu başlarına benzetilirdi. At türünü anlatmak için de yund sözü kullanılırdı. İyi at için kullanılan deyim, eskiden ve şimdi olduğu gibi, yügrük/yögrük sözüdür. Oğuz destanlarında soylu atlardan bidev atlar olarak söz edilir ve bu atlar “bidev atlar ısın görüp okradıkta” deyimi ile övülür. Ancak, Dede Korkut Destanları’nın öz atı Kazılık Atıdır. Kazılık atı “yelesi kara” diye vasıflandırılır ve sık sık anılır. Bu at, Oğuz Türklerinin ünlü dağı olan, yaz-kış karı buzu erimeyen Kazılık Dağı’nın koyak ve eteklerinde yetiştiği için bu adla anılmıştır.Türkler’in ata karşı duydukları sevgi inançlarına da yansımıştı. Bunlara Anadolu Türkleri de dahil olmak üzere çeşitli Türk boyları arasında hala inanılmaktadır.

Ön Türkler

Ön Türkler, Göktürkler'den önceki tarih devirlerinde (6. yüzyıldan önce) var olmuş ve sonradan Türkler tarafından benimsenen bazı sosyal özelliklere sahip olan, Türk dil ailesine mensup diller konuştukları ve Anaerkil oldukları ancak daha sonra çevre toplumların etkisiyle Ataerkil oldukları tahmin edilen topluluklar [1]

Bazı bilim adamları[kaynak belirtilmeli], antik Çin yazılarında sözü edilen "Tue'kue" [2] sözcüğünün Türk anlamına geldiğini kabul ederler, ve "Türk" olgusunu Milattan önceki yüzyıllara kadar geri götürmenin mümkün olduğu görüşünü savunurlar.[kaynak belirtilmeli] Ancak çoğu batılı bilim adamı, M.S 6. yüzyıl ortalarında Göktürk Kağanlığı'nın ortaya çıkışından önceki dönem için "Türk" sözcüğünü kullanmaz ve bundan daha eski olan ve Türklerle akraba olan halklara Proto[3]türk veya Ön Türk adını verir.

İlk Türk dili konuşanlar

Genel Kabul Gören Tez

Yaklaşık 10.000 yıl önce son buzul çağı sona ermeye, eriyen buzulların suları alçalmış olan denizleri tekrar doldurmaya başlamıştır. Bu zamana kadar varolmuş olan Asya - Amerika bağlantısı Beringiya da tekrar sular altında kalmış ve o zamana kadar iki kıta arasında gerçekleşen göçebe trafiğine son vermiştir.

Türklerin ataları, Batılı tarihçiler tarafından M.Ö. 2500 ile M.Ö. 1700 yılları arasındaki Afanasiyevo kültürü ile başlar ve M.Ö. 1700 ile M.Ö. 1200 yılları arasındaki Andronovo Kültürü ile devam eder. Bu ırkın savaşçı ve göçebe kültüre sahip olduğu, M.Ö. 1700 yılları sonrasında kitleler halinde Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayıldığı bilinmektedir.

Türklerin de en eski ataları aralarında bulunmuş olması gereken bu çekik gözlü ve brakisefal tipi insanlardan oluşan göçebe toplulukların o dönemdeki yaşam şekillerini, Sibirya ile Alaska yerlilerinin ortak noktalarını bularak, net bir şekilde ortaya koyabilmek mümkündür. Elde edilen manzara iyi gelişmiş bir göçebe kültürünü göstermektedir. Türklerin en eski ataları uzun süre böyle yaşamış, ve bu kültürü hayvan yetiştiriciliği ile geliştirmiştir. M.Ö.450 yıllarına kadar Sibiryanın Tayga ikliminde ren geyiği yetiştiricileri olarak yaşadıkları kabul edilir. M.Ö.450'den itibaren Moğolistan'a doğru hareket ettikleri ve orada bulunan Hint-Avrupa halklarını oradan kaçırdıkları, bölgede bulunan kafataslarının incelenmesi ile kanıtlanmıştır.

Jean-Paul Roux Türklerin Tarihi adlı kitabında Altay halklarının bu dönemdeki coğrafi dağılımlarını şöyle tarif etmektedir:


Az çok güvenilir bir yer saptamasında bulunamadığımız en eski Orta Asya insan coğrafyası tablosu Ön-Tunguzları en doğu uç noktaya, yani bugünkü Mançurya'ya, Ön-Moğolları Doğu Moğolistan ile Batı Mancurya'ya yerleştirir. Ön-Türkleriyse Moğolistan'ın büyük bir bölümüne ve Balkaş Gölü yönünde biraz daha batıya doğru yayarak yerleştirmektedir. Bunun dışında kalan bütün bölgeler ile güneydeki ve batıdaki bozkırlar Hint-Avrupalıların ve paleo-Asyalıların bölgeleridir ve bu bölgelerde en küçük Altay yerleşimine henüz rastlanılmamıştır. Sibirya'da zamanında Karasuk diye anılan (M.Ö.1200-700) ve Yukarı Yenisey kıyısında bulunan Minusinsk bölgesinde yapılan kazılarda çıkan brakisefal kafataslarında düzenli bir artış görülmüştür. Bu, büyük bir olasılıkla Ön-Türklerin sonraki devirlerde buraya yerleşmesinden kaynaklanmaktadır. Tagar çağındaysa (M.Ö.700-300) aynı durum Altay bölgesinde meydana gelmiştir. Ve nihayet M.Ö.300 yılından sonra Güney Sibirya ile Altay sıradağlarının güneyinde brakisefallerde artış meydana gelmiştir. Dolayısıyla Türklerin o güne kadar hep kuzeyde kalan atalarının miladın başlarında, önceleri yavaş yavaş, daha sonralarıysa birden kopup gelerek Balkaş Bozkırları ile Tien-Şan Dağlarının kuzey bölgelerine kadar eriştiklerini söyliyebiliriz.
Bu yeni gelenler, önlerine çıkan Hint-Avrupalıları kovmuşlar, onlara karışmışlar ya da onları etkileri altına alarak, kendi kültür ve dillerini benimsemelerini sağlamışlardır. Büyük bir olasılıkla Kırgızlar da bu etkinin altında kalmıştır ve onlarla birlikte ilk defa (?) Hint-Avrupalı olan, en azından Mongoloyit olmayan bir halk da Türklerin arasına katılır. (Sayfa 53/54)


Ön-Türkler'in, kültürel açıdan M.Ö'ki karanlık dönemleri açısından Afanasyevo kültürü, Anav Kültürü, Andronovo Kültürü, Karasuk kültürü, Tagar Kültürü, Kelteminar Kültürü gibi alanlardan etkilendikleri ve Türk kültürünün bu tarihi çevrelerden beslendiği ileri sürülmektedir.

Alternatif Tezler

Kazım Mirşan'a göre Ön-Türkler

Kazım Mirşan'ın tezlerine göre Türklerin alfabetik yazı kullandıklarını gösteren en temel kanıt 1970 yılında, Kazakistan'ın Alma-Ata (Almatı) şehrinde bulunan Altın elbiseli adam adıyla bilinen anıt mezardaki kanıtlardır[6]. Bu anıt mezar Alma-Ata'nın 50 km kadar kuzeyindeki Esik kasabasında bulunur. Altın elbiseli adamın yanında kendisiyle birlikte mezara konulan gümüş kapın üzerindeki iki satırlık yazı Türkçe olarak[6] Kazım Mirşan tarafından okunmuştur. Kazak Tarihçi Prof. Dr. Olcas Süleymanof da aynı şekilde okumuştur. Bu buluntu ışığında yapılan Sovyet ve Kazak araştırmaları sonucu altın elbiseli adamın M.Ö.500 yılından daha eski dönemde yaşamış olduğu sanılmaktadır. Altın elbiseli adamla birlikte bulunan gümüş kaptaki yazı Ön-Türk alfabesi ile yazıldığı iddia edilir. [6][7][8] Öte yandan Kazım Mirşan gibi bazı araştırmacılar farklı bir Türk tarihyazımını ileri sürerler. Kazım Mirşan ve onu takip eden araştırmacılar, kabul gören tezden tamamen farklı bir yazım ortaya koyarak, bugün kabul edilen İslamiyet öncesi dönem Türk tarihini kabul etmezler ve uydurma olduğunu ileri sürerler.

Türk Tarih Tezi'ne göre Ön-Türkler
Bugün kabul edilen tezi farklı şekilde ortaya koymuşlardır. 1930'larde geliştirilen bu teze göre, MÖ. 12000 yıllarında Orta Asya'da bugünkü çöllerin bulunduğu yerlerde büyük bir deniz ve büyük adalar vardı. Buralarda yaşayan Türkçe konuşan topluluklar yerleşik olarak tarım yapmakta ve teknolojik açıdan ileri düzeydeydi. Zira, tarım ve ormancılık ile ilgili Türkçe terimler, göçebe ile ilgili terimlerden daha eskidir. Sonraları meydana gelen büyük iklimsel değişiklik nedeniyle (küresel ısınma gibi) Orta Asyadaki büyük deniz kayboldu ve çevresinde yaşayan medeniyet geriledi. Kıtlık yaşayan Türk grupları başka ülkelere göçtüler. Birkısmı Mezopotamya'ya bir kısım grup Anadolu'ya, bir kısım grup İskandinavya'ya, bir kısım grup Yunanistan'a, bir kısmı İtalya'ya, bir kısmı Çin'e, bir kısmı Kore ve Japonya'ya, bir kısmı Sibirya'ya; bir kısmı da Bering Boğazı üzerinden Amerikaya göç etmiştir.

Bu teze göre Sümerler, Etrüksler, İskandinavyadaki Bazı halklar, Hititler, Frigler, Truvalılar Türktü. Yunanlılar içinde Türkçe konuşan gruplar vardı. Bu ülkelerdeki Türkler, yerli halk arasında eriyip yok olmuşlar, onlara yazıyı ve teknolojiyi öğretmişlerdir.
Orta Asya'da kalan halk, kurak iklime adapte olmuş ve göçebe kültüre geçmiştir. Bilinen Türk tarihini yaratmışlardır.

Ön Türk toplulukları

En meşhur Ön Türkler olan Hunların yanında tarihi Çin yıllıklarında tarif edilen ve günümüze kadar hala sadece Çince adları ile tanılan bazı tarihi topluluklarında Ön Türk olduğu düşünülür[2]. Bunlardan en tanılmışları şunlardır: Hiung-nu, Vu sun, Tukyu (Tue'kue, Tuyku ya da Tu'kut), Ti, Tili, Tiele, Beiti, Yüan yüan, Tiele (veya Dingling. Türkiye menşeili tarih kitaplarında Tölesler) ve I li.

Ön Türklerde yaşam şekli

Bozkır

Coğrafi zorunluluklar ve iklim değişikliklerin gibi sebeplerle Sibirya ve bugünkü Rus düzlüklerinden Orta Asya bozkırlarına indiği düşünülen Türkler, orman avcılığından göçebe çobancılığa geçiş süreci yaşamıştır. Türk dilinde ormancılık ve orman yaşamıyla ilgili sözcüklerin, bozkır yaşantısındaki sözcüklerden daha eski olması ve Pazırık Kurganında ren geyiği görünümü verilmiş atlar çıkartılmış olması bu süreci doğrulamaktadır. Coğrafi şartlar ve iklim değişiklikleri veya bilinemeyen nedenlerden ötürü Türk kabilelerinin büyük bir kısmı yerleşik ve ormancılık hayatından bozkır hayatına geçmişlerdir ve bir şekilde bozkır hayatına adapte olmuşlardır.

Bugünkü Doğu Türkistan, Moğolistan ve Altay bölgelerinin İlkçağ'da ve Orta Çağ'ın başlarında Türkler'in anayurdu olduğu düşünülmektedir. Bu alan; 1200 ila 1400 metre arasında değişen bir yayladır. Büyük çöküntüler ve yüksekliklerden oluşan bu arazide Altay Dağları'nın yüksekliği 4600 metreden fazladır. Ötüken'in bulunduğu bölge 4000 metre civarındadır. Cungarya ve Gobi Çölü'nün bulunduğu alan yılda 100 milimetreden az yağış alır. Bugünkü Doğu Türkistan, Moğolistan ve Altay bölgelerin de yıllık yağış 200 milimetreyi geçmez. Kışın soğuk şiddetlidir: -50 dereceye kadar düşer. Kışın büyük bölümü toprak karlar altındadır. Yazın hava çok sıcak olabilir ya da kötü geçen yıllarda fırtına da görülebilir. Sık ladin, çam, köknar ormanlarıyla kaplı yüksekliklerin eteklerinde çayırlar vardır. Çukur yerlerde ise ağaçlıklı otlaklar ve çalılıklar vardır. Bu bölgelerden Çin'e doğru giden topraklar ve İran'a doğru giden topraklar uçsuz bozkırlarla ve çöllerle kaplıdır. Altay'a yakın Sibirya bölgelerinde ise tayga iklimi vardır.

Böyle bir alanda İlkçağ ve Orta Çağ'da yaşayan topluluklarda ekonominin temeli hayvancılığa dayanmaktadır. Geniş steplerde en çok at ve koyun yetiştiriciliği yapılmaktadır. Bunlardan başka deve ve sığır da beslenmektedir. Koyunun yünü eğilerek ip yapılır ve bundan halı, kilim üretilmektedir. Andronova ve Afanasyevo Kültür kalıntıları sebebiyle, bilim adamları halının ana yurdu olarak Orta Asya'yı göstermektedir.
Özellikle Orta Asya nüfusunun çoğunluğunu teşkil eden göçebe toplumlarda hayvancılık ön plandaydı. Bu yüzden Orta Asya bozkırlarında göçebe hayatı yaşayan insan toplulukları yazlık alanlar ve kışlık alanlar belirleyerek belirli bir yol üzerinde göç ederlerdi. Göçler rasgele değildi. Göç edilecek yerler ve takip edilen yollar önceden belirliydi. Böyle bir Bozkır hayatına bağlı olarak On iki Hayvanlı Takvimi gelişmiştir. Bu takvim güneş ile ay arasındaki döngüye ve "geyik böğürtüsü", "bir hayvanın doğması","bir göçmen kuşun geri dönmesi" gibi doğa olaylarına bağlıdır.
Bozkır hayatında, sebzeye karşı fazla istek duyulmazdı. Sütlü darı, peynir, yoğurt ve kısrak sütünden yapılan kımız, Orta asya topluluklarının başlıca besin maddeleriydi. At ve koyun etinin saklama ihtiyacı "ilkel konserveciliğin" gelişmesine yol açmıştır. Göçebe topluluklarda "yonca"nın ve "darı"nın oldukça önemi vardı.

Arabalar ve Çadırlar

Herhangi bir vesileyle ya da mevsimsel olarak yapılan yolculuklar,"iki hörgüçlü deve" olarak adlandırılan soğuğa dayalı develer, arabalar ya da "kızaklar"la yapılırdı. "Kızaklar"dan yazıtlarda söz edilmiş olup, oyma resimlerle de tasvir edilmiştir. Develer daha çok ticarette kullanılıyordu. Yaylak ve kışlak arasında göçlerde, hayvan koşulan arabalar yeğleniyordu. Bu taşıt araçları, bozkır hayatında rakipsiz hüküm sürüyordu. Bu arabalar öküzler ve daha da seyrek olarak develerle çekiliyordu. Pazırık Kurganında bir mezarda bulunduğu gibi bu arabaların boyutları oldukça büyük idi. Eldeki bir örnekten anlaşıldığına göre, yüksekliği 3 metre, genişliği 3.35 metre, tekerleklerin çapıysa 2.15 metreydi. Çin kayıtlarında olduğu gibi, "yüzlercesi aynı zamanda düz bir çizgi halinde ağır ağır ilerler" durumundaydı. Hun döneminde ailelerin taşınması için iki tekerlekli Çinliler'in "tie-lo" ya da "ting-ling" dediği arabalar da kullanılmaktaydı.

Tam anlamıyla birer göçebe arabası olan bu arabalar, içinde ev tanrılarının taht kurduğu, kadınların yün eğirdikleri, dikiş diktikleri, gerçek birer konuttu. Bu arabaların kullanılması "keçe çadır"dan yararlanılmasını ortadan kaldırmamıştır ya da ikame edilen bir gereç değildi. Göçün sonunda toprağa "keçe çadırları" kurulurdu.

Devlet erkanı için dikdörtgen ya da kare tabanlı çadırlar ve halk arasında yuvarlak çadırlar kullanılıyordu. Bu çadırlara "yurt" denilirdi. Yurt bugün Türkçe'de, "ülke, konaklama yeri, kişinin üzerine evini inşa ettiği toprak parçası"anlamına gelmektedir.
Birbirine yan yana bağlanmış keçe kaplı, esnek odunlardan yapılan yurtlar, yuvarlak tabanlı ve büyük bir çan şeklindeydi. Üst ucunda bir duman deliği vardı. Çadırın ortasındaki ocağın üstüne açılan ve aşağıdan kapatılabilen bu delik, çadırın ana eksenini oluşturmaktaydı. Çadırlarda kapı "güneşin doğduğu yöne saygı" nedeniyle doğuya açılırdı. Eski Türkler tarafından kesin şekilde uygulanan bu kural, 10.yüzyıla doğru güneşin geçtiği en yüksekteki nokta göz önüne alınarak güneye açılacak şekilde yapılmaya başlanmıştır. Evin yönleri, dört ana renkle adlandırılırdı: Ak, Kara, Sarı, Kızıl. Çadıra girişte "kapı girişine basmak ve oturmak" ata ruhlarının giremeyeceği inancıyla yasaktı.
Yerleşik olmayan halk "yurt" ya da "otağ" adı verilen çadırlarda kalırdı. Yerleşik halk ise kerpiç ve ahşap malzemeden yapılan evlerde kalıyordu.

Atın önemi

Bozkır hayatında hayvan yetiştiriciliği temel uğraştı. Orta Asya düzlükleri ve çayırları hayvan yetiştirmek için uygun şartları sunmuştu. Devletlerin başkentleri için at ve deve yetiştiriciliğinin en uygun yapıldığı yer olan Orhun vadisi tercih edilirdi. Orta Asya bozkırlarında at yetiştiriciliği yaygın bir faaliyet haline gelmiştir. Ama çöllerde, ormanlık bölgelerde, tarım bölgelerinde, Sibirya'da, Çin'de, Avrupa'da, ırmak vadilerinde, Mısır'da at yetiştiriciliği imkânsızdı. Çünkü yerleşik ülkelerin hiçbirinin büyük sürüleri beslemeye yetecek kadar otlağı yoktu. Bu nedenle Türkler, yerleşmektense buralara konaklamayı tercih edeceklerdir. Atlı gücün varlığı ve bekası bozkırlardı.

Çin kayıtlarına göre, Asya Hunlarının sürülerindeki hayvan sayısı normal zamanda kişi başına onbeş ila yirmibeş büyükbaş hayvan arasında değişiyordu. Bu sayı yokluk yıllarında en yoksul boylarda kişi başına ikiden aza düşer. Refah döneminde en zengin boylarda kişi başına yaklaşık üç yüze çıkardı (M.Ö.127 Çin kayıtları).

Asya Hunlarının sayısı 1.5 milyon olduğu tahmin edildiğine göre, 30 milyon hayvan bulunuyordu. Ve bunların 4 milyon kadarı attı. Bu sayı bolluk dönemlerinde 12 milyon ata çıkmaktaydı (MS. 46 Tarihi kayıtları).

Bu rakamlar, göçebelerin savaşa en az kişi başına üç at götürdükleri ve bunun oranla her zaman yorgun olmayan bineklere sahip olmak olanağı sağladığı yolundaki görüşleri doğrular niteliktedir. Bir milyon at, 300.000 kişilik ordu için yeterli olmanın yanında aşırı bir sayıdır.

Bir milyon atı beslemek Çin ve Hindistan'da imkânsızdır. Macaristan ve tüm Avrupa otlakları bir milyon at için yetersizdir. Bu nedenle Türkler gittiği her ülkedeki araziyi otlağa çevirmeye çalışmış ve tarımı ikinci plana atmıştır. Çinliler, bu kadar atlı güçten korunmak amacıyla akıldışı fiyatlarla çok sayıda at satın alınarak Orta Asya gücünü kırmaya çalışmıştır (MS. Çin kayıtları). İleri dönemlerde at yetiştiriciliği sebebiyle Türkler'in uygarlık topraklarında (Avrupa-Mısır-Irak-İran-Anadolu-Karadeniz'in kuzeyi) tutunmaları iki yüz yılı almıştır.

Ticaret

Hayvancılık, avcılık, savaş ve istilalar gibi insanlığın temel gereksinimleri Orta Asya'daki Türklerin ekonomik faaliyetlerini fazlasıyla karşılamaktaydı. Ticaret genel olarak Türkler'in yapısıyla uymuyordu. Ancak İpek Yolu ve Kürk Yolunun varlığı, Türkler için vazgeçilmezdi. Bu yolları tam denetim altına alınması, ülkenin refaha kavuşması anlamına gelmekteydi.

İpek yolu'ndan geçen maddeler: Baharat, misk, kürk, madenler, deri, tekstil ürünü, değerli taşlar, porselenler ticari açıdan ipekten değerliydi. Kervanlar Türk kabileleri için büyük gelir kaynağıydı.

Pekçok kabile bu ürünlerin taşımacılığını yapıyordu. Devasa kervanlar ve kervan ticareti ekonomik hayatın büyük kısmını oluşturuyordu. Çin kayıtlarına göre, Çinliler Orta Asya topluluklarından canlı hayvan, deri, kürk ve hayvani gıdalar alırlari onlara giyim eşyası ve tahıl satarlardı.

Şehirlerde yaşayan halk, ticaretle uğraşmaktaydı. Kürk Yolu ve İpek Yolu üzerinde pekçok şehir ve kasaba kurulmuştur. Çin yıllıklarına göre kürk yolundan "sincap, sansar, samur, kunduz ve vaşak" kürkleri ticareti yapılıyordu. Uygur döneminin önemli şehirleri; Karabalgasun, Beşbalık, Turfan, Hoça, Karaçar'dı.

Tarım ve Sanayi

Türk topluluklarının bir kısmı da köylerde ve şehirlerde yaşamaktaydı. İklim ve toprağı elverişli bölgelerde tarımla uğraşılmaktaydı. Yerleşik topluluklarda ipek böcekçiliği oldukça yaygındır. Çin kaynaklarında, Hunlar'ın buğday ve darı yetiştirdiklerinden bahsedilir. Altay ve Sayan Dağları'nda, buğday üretiminin enaz üç bin yıldır yapıldığı arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Göktürk Kağanı Kapgan Kağan'ın Çinle yaptığı anlaşmanın bir maddesi "Göktürklere tarım aletleri ve tohumluk verilmesiyle" ilgiliydi. Hunlar ve Göktürkler zamanında tarımın geliştiğini gösteren kanıtlardan birisi de "Tötö kanalları"dır. Kanalın uzunluğu 10.km kadardır ve Altay bölgesindedir.

Uygurlar döneminde tarımla uğraşan halk Çin kayıtlarına göre "bakla, bezelye, karpuz, kavun ve üzüm" üretmekteydi. Üzümden "şarap ve pekmez" yapılmaktaydı. Bu dönemde tarlaya "tarıglag", çiftçiye "tarıgçı" denmekteydi. Sakalar'ında kullandığı "Saban" kelimesi Türkçe'nin en eski sözcüklerinden birisidir.

Bilge Kağan'ın Çin'deki örneklerine bakarak bir kent kurmayı düşlediği günler, Uygurlar'la birlikte bir Türk realitesi haline gelmiştir.
Orta Asya halklarının bir sanayisi olduğundan söz etmek elbette mümkündür. Bunlar: Keçe ve halı maden sanayi (demir-tunç-altın vb.) alanındaki üstünlüğü çevre ülkelerle kıyaslandığında yadsınamaz. Göktürkler zamanında Bizanslılara bile demir satmışlardır

Sanat

Çoğu göçebe olan Orta Asya topluluklarında demircilik ve maden işçiliği gelişmiştir. "Eyer" ve "koşum takımları" yapımı çevre kültürlere göre oldukça gelişmişti. Yapılan eşyaların çoğu pars, kaplan, geyik, kurt, koyun, keçi ve at figürleriyle süslenmekteydi. Realistik sanat anlayışı egemendi. Tekstil ürünlerinde geometrik şekiller ve damgalarda bulunmaktaydı.

Çin kayıtlarına göre Hun başkentinde usta marangozlar ve tahta oymacılar vardı. Masa, sandalye, koltuk, dolap, yatak gibi eşyalar Hun saraylarında ve aristokrat kesimde kullanılıyordu.

En eskisine Pazırık kurganında rastlanan halılar, göçebe ve yerleşik hayatın bir parçasıydı.

Savaş

Karşı tarafca "Yenilmez" olarak kodlanan Orta Asya halkları, bu duygunun güvencesi altında başarılar elde etmiştir. Üzerine yüklenen "Yenilmezlik" vasfını çok iyi kullanmışlardır. Bu sıfat, sürdürdükleri savaşın korkutucu görünmesi gerçekliğe ve düşmanları üzerinde yarattıkları kaygıya uygundu.

İlk Türk toplulukları, başıbozuk ve öfkeli vahşi bir grup değil, düzenli ve iyi yönetilen ordulara sahiptiler. Herkes askerdi. M.Ö. tarihlerden beri ordular tümen sistemiyle kurulurdu. Dönemlerindeki tüm gözlemciler, bu orduların azla yetinme özelliklerine hayran kalmışlardır. Atlı süvariler yanında piyade askerler de vardır. Çin kayıtlarına göre, sefere çıkan Tonyukuk'un askerlerinin 1/3'ü piyadeydi. Ordular aynı zamanda arkasından sürüklediği ekonomi demekti. Ordu sürekli yenilenen ve dinamik bir güçtü. Hareket kabiliyeti genişti.

Savaş aletleri, kalkan, kargı, kılıç, temrendi. Kılıç kabzaları çoğunlukla hayvan figürleriyle süslenmiştir.
Kurganlarda çıkan kalıntılarda, eyerler, at zırhları, koşum takımları, zırh, kılıç, kalkan, oklar vardı. Türk sanatıyla işlenmiştir. Gözetleme kulesi kalıntıları bulunmuştur.
Çin kayıtlarına göre Hunların ve Göktürklerin bir milyon civarında askeri vardı. Çin kayıtlarına göre, en iyi süvariler ve en iyi okçular Orta Asya halklarınınkiydi.
Türklerin kullandıkları savaş taktikleri arasında Geri Çekilme Taktiği, Hilal Taktiği, Kurt Kapanı Taktiği, Çöle Sürme Taktiği gibi taktikler sayılmaktadır.

Kutlamalar

Çin kaynaklarına göre, Hun müziği Çin müziğinden oldukça farklıydı. Çin kayıtlarında "28 çeşit Hun halk türküsü"nün kaydı vardır.

Giyim ve Beslenme

Gerek Ön-Türk kültürlerinde gerekse Hun ve Göktürk kurganlarında günlük hayatta kullanıldığı anlaşılan, düğme, kemer, kemer tokası, ilkel pantolon, ilkel ceket, çizme, şemsiye bulunmuştur.

Çevre medeniyetlerle karşılaştırıldığında (Çin-Hindistan) ketenin ilk Orta Asya bozkırlarında kullanıldığı görülmektedir. Bunun yanında pamuk, kenevir, yün ve ipek kullanımı da mevcuttur.

Din

Ana maddeler: Tengricilik, Tengri
İlk Türk topluluklarında dini açıdan ise Tengricilik (Göktanrı dini) ön plana çıkıyordu. Göktürkçede cennet, "uçmak"; cehennem "tamu" olarak tanımlanıyordu. Din adamlarına "kam" deniyordu. Bunun yanında "Atalar kültü" adı verilen ritüeller de toplum yaşantısında öne çıkyordu. Orta Çağ'ın sonlarıyla farklı dinlerle de tanışmışlardır. Ölen kişi adına "yuğ" adı verilen cenaze töreni yapılırdı.Fakat bazı kaynaklarda da Şamanizm ya da Kamcılık (şamanlar tarafından "deneyim" olarak ifade edilir), varlığı tüm insanların tarihinde erken taş devrine ve daha da geriye kadar kanıtlanabilen, inisiyasyon içeren bir vecd ve trans tekniği olan bu din inancı belirtilir.

Şamanizmi en uzun süre ayakta tutmuş olan toplulukların arasında hiç şüphesiz Türkler de vardır. Eski Türk inancı Tengricilik'te de hep varolmuş olan şamanizm geleneği, Kuzey ve Orta Asya'nın bazı Türk topluluklarında günümüze kadar hâlâ sürdürülmektedir.

Günümüzde bazı Batılıların ilgi duyup tekrar uygulamaya başladıkları şekline ise Neo-Şamanizm denir.

Bazı Ön Türk araştırmacıları

Türk'ün Tarihi Sicili

Kaynak: Türkler ve Kızılderililer, R. Oğuz TÜRKKAN

ÖNTÜRKLER (PROTOTÜRKLER): Aral gölü civarında, bakır tenlilerle Alpinlerin ilk evliliğinden doğan Öntürkler, güneye Mezopotamya'ya inince Önsümerler ( mö. 4000) ve Sümerler ( mö. 3600) olarak, mö. 4000 lerde Anadoluya giren kolları ise Önhititler olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Binlerce yıl boyunca Anadoluyu dolduran ve Ege kıyılarına ulaşanların bir kısmı "Etrüsk(Tirskler)" olarak denize açılmış, bir kolu K.batı İtalya'ya yerleşmiş, bir başka kolu da " başları tüylü müthiş denizci Tirhenler olarak Mısırın Akdeniz kıyılarına akınlar yapmışlardır.
Sümerler insanlığın ilk medeniyetini başlatmışlar ve buluşlarının etkileri Grek ( Yunan ) uygarlığında rol oynamıştır.
Sümerlerin ve ya onlarla birlikte yola çıkan Öntürklerin Körfezin daha doğusunda yurt tutanları Elam, K. Hindistan'da yerleşenleri de Mohencadaro ve Harappa kent-uygarlıklarını başlatmışlardır. Mısır'ın " Asya'dan gelen Güneş Tanrısının Oğulları", ilk sülalalerinin firavunlarını ve ruhban sınıfını olusturmustur.
Etrüsklerin İtalya'ya yerleşenleri parlak bir medeniyet yaratmış, dişi kurdun emzirdiği iki prensi, Latinlerin basına geçip "Roma" şehrini kurmuş, sonra Romalılar " Tarkan" sülaleli Etrüsk Krallığını yıkmışlarsa da Roma uygarlığını beraber oluştumuşlardır.
Etrüsklerin diğer kolu gerçekten Amerika'ya varmışlarsa, o kıtanın "Olmek" diye bilinen ilk büyük medeniyetini baslatmışlardır.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Er-Sogotoks Destanı

ER-SOGOTOKS DESTANI

Dokuz kat göğün dokuzunu delip indiğini mi, yoksa yer altını yarıp çıktığını
mı bilmeyen Ereydeex-Buruydaax Er-Sogotox (Saha Türklerinin atası olan
kahraman) adlı bir yiğit yaşamıştır.
Bu Er-Sogotox'un görünüşü şöyledir: On büyük karış boyunda, dört karış
eninde, beş karış omuzlu, üç karış belli, kalın meles ağacı gibi baldırlı,
nehirdeki köknar gibi bacaklı, kurumuş kayın ağacı gibi sağlam bilekli, atın
gemindeki dizginler kadar gözlü, kalça kemiği kadar iri burunlu, çok iyi
isabet ettiren elli, yanılmayan baş parmaklı, şaşmaz işaret parmaklı, düzgün
dudaklı ve dişlidir.

O kadar güçlüydü ki; donmuş ağaçları tuttuğunda kırar; kayın ağacını
yakaladığında ikiye ayırır; dikili ağaca dokunduğunda ağaç kökü ile birlikte
yıkılır; ağacı sarstığı zaman feryad eder; söğüt ağacını ittiği zaman söğüt
acıdan çığlıklar atar; bastığı yer göçer, durduğu yer paramparça olur,
gezdiği yerler kuru toprak gibi çatlar; koştuğu yerler zangır zangır titrer;
sesi gök gürültüsü gibidir; nefesi fırtına gibidir; konuşması Yada taşı gibi
büyüleyici, bakışı yıldırım gibidir.

O'nun yaşadığı yer tasavvur edilemeyecek kadar zengin ve güzeldir. Şöyle ki;
kalay tarlalı, altın ovalı, yağ vadili, xartaha (atın karın bölgesindeki
yağlı ve lezzetli et) bahçeli, gümüş yamaçlı, tereyağı tepeli, et kıyılı,
xartaha kayalı, gürleyen deli ormanlı, hışırtılı kuru ormanlı, av hayvanlı
kara ormanlı, eğlenmelik şen ormanlı, dinlenmelik küçük tepeli, serinlemelik
burunlu, gezinmelik çayırlı, saf süt gibi göllü, yıkanmak için akıntılı
nehirli, sonsuz mavi derin denizlidir.

O'nun denizi kara gümüş kayalı, küçücük çakıl taşlı, boncuk kolye kumlu,
beyaz küçük kabarcıklı, yağ dalgalı, değerli ağaçlardan kıyılı, avlanmalık
kalkan balıklı, gümüş pullu bolca balıklıdır. O'nun zengin orman arslanlı,
vahşi ayılı, mavi kurtlu, budaklı boynuz gerdanlı, ren geyikli, çizgili
samurlu, benekli vaşaklı, kara sincaplı, kahverengi tilkilidir.

Kışı olmayan geniş, büyük ülkesinde kartallar çığlık atar, beyaz turna dans
eder, şakrak kuşu öter, bülbül şarkı söyler, çayır kuşu nağmeler mırıldanır,
serçe havalanır, makas kanatlı kuşlar inip kalkarlar, geniş kanatlılar
toplanırlar, tavus kuşları kanat çırparlar, boynuz gagalı kuşlar birikirler,
tırnaklı kuşlar toplanırlar, dişli hayvanlar dururlar, boynuzlu hayvanlar
gezinirler, ibikli hayvanlar toplanırlar, mahmuzlu hayvanlar tepişirler,
guguk kuşu hiç durmadan öter, bitkileri sararmaz, iğne yaprakları dökülmez,
kozalağı düşmez.

Aklı-karalı hayvanları serbestçe yaşayıp dolaştıkları için, eğer bir yolcu
buradan geçmek isterse, atının böğrü bu hayvanlara sürtünmekten yara olurdu.

O'nun çadırı sallanmasın diye elli direkli, otuz kirişli, dört kat duvarlı,
yağmur girmesin diye üç kat gümüş tavanlı, nem olmasın diye dört kat altın
döşemelidir.

Çadırının en ortasında sanki üç kadın yan yana duruyormuş gibi üç bacaklı
büyük ocağı vardır.

Çadırı bez bezekli somyalı, on işlemeli karyolalı, kılıç asmak için kancalı,
kımız fıçısı asmak için askılı, altı kişi zorlasa bile açamayacağı kadar
sıkı altın dış kapılı, üç yaşındaki öküzün, yatmasına benzer demir eşikli,
atın oynayacağı kadar geniş salonlu, sekiz kişinin açamayacağı kadar altın
iç kapılıdır. Evin en güzel odası guguk kuşlu, sağ tarafı arslanlı, sol
tarafı kaplanlı, holün başında kuzgunlu, gümüş raflı, kalay dolaplı, taş
sundurmalı, dört ayaklı masalı, kıymetli ağaçtan sandalyeli, küçük göl kadar
taş çanaklı, büyük bir ova kadar ağaç tabaklı, beyaz gümüş çatallı, kızıl
gümüş kaşıklı, çelik demir bıçaklı, dokuz bezekli kutsal ayaklı (en büyük
kımız bardağı) büyük kımız kadehli, on işlemeli mataarcaklı (bir milli kap),
üç işlemeli küçük çoroonlu (bir ya da üç ayaklı kımız bardağı), yedi öküz
derisinden dikilmiş tulumludur.

Evinin etrafı üç günlük yol gidecek kadar beyaz gümüş çitli, geniş
duvarlı, gezinecek kadar geniş ağıllı, ayna gibi parlak avlulu,
mücevherat koymak için dokuz demir kilerli, otlar için altın ambarlı tay
için kalay tavlalı, çiftlik hayvanları için kurşun kümesli, kalın meles
ağacının kabuğundan yapılmış arslan burçlu, dokuz bezekli büyük sergeli (at
direği), kumru burçlu orta sergeli, şakrak kuşu burçlu küçük sergelidir.

Çadırın doğuda bulunan kapısından dışarıya bakmak için çıktığında geniş
yeşil alanın ortasında tahmin edilemeyecek kadar kutsal ağacı görür. Bu
ağaç, yerin dört kat altına kadar girmiş köklü, dokuz kat göğün dokuzuna
varan dallı, yedi kulaç yapraklı, dokuz kulaç kozalaklıdır. Onun kökünün
altından kutsal bengü suyu kaynar. Onun kozalağından çıkan koyu reçine
toplanıp küçük bir dere gibi akar, ihtiyarlamış, aç kalmış, zayıflamış beyaz
hayvanlar, kuşlar, vahşi hayvanlar, o reçinenin tadına baktıkları,
yaladıkları zaman, eski genç ve diri görünüşlerine kavuşurlar.

Güney tarafını görmek için çıkınca büyük tepenin üstünde bakire kızların
güzel elbiselerini giyinip fısıldaşarak ayakta durduğu gibi bir grup kayın
ağacını görür.

Kayın ağaçlarının arka tarafında ihtiyarlamaya başlamış kadınların kışlık
kalpaklarını çarpıkça giyinip saçlarını dağıtarak *"E, ne olursa
olsun"*diyerek ayakta durdukları gibi karışık çam ormanı vardır.

Batı tarafını görmek için çıkınca, genç erkeklerin bayrama gitmek için iyi
elbiselerini giyinip sıralandıkları gibi kara melez ormanını görür.

Onların da biraz uzağında yaşlanmaya başlamış zengin adamların tükürerek
kibirli bir şekilde ayakta durdukları gibi karanlık köknar ormanını görür.

Kuzey tarafını görmek için çıkınca şaman kadınların büyüleyici elbiselerini
giyinip şaman dansına yeni başladıkları gibi titrek yapraklı kavak ormanını
görür. Bunlarında ilerisinde salyaları akmış, dişleri dökülmüş ihtiyar
kadınların sırtlarına dal parçalarını yükleyerek kamburca yürürken
çizmelerinin bağlarının sırtlarını dövdükleri gibi, alçak söğüt ağaçlarını
görür.

Bu söğütlerin kenarında rengarenk paltolu, işlemeli çizmeli Tunguz
çocuklarının dans edip konuşmalarına benzeyen sık çalılık ormanı vardır.

O'nun giyim-kuşamı ise; içi kıymetli samur kürk paltolu, mavi kurt kürkü
abalı, obur kunduz kürkü şapkalı, güderi pantalonlu, ipekli kalçalıklı,
gümüş kenarlı, süslü çizmeli, işlemeli çoraplı, gümüş kayışlı, ipek kuşaklı,
Çin atlası çantalı, çuha tütünü keseli, kolyeli, çakmak taşlı ve kavlı,
pençesiyle, başıyla yumuşak vaşak derisi tüyünden yataklı, kara tüyünden
yorganlı, kuğu tüyü yastıklıdır.

O'nun silahları ise; altı kişinin açamayacağı boynuz yaylı, balıkçının ağaç
evi kadar büyük oklu, Suottu'nun (Yakutistan'da bir yer adı) ustasını vuran
çatal oklu, Baatılı'nın (Yakutistan'da bir yer adı) ustasını vuran düz oklu,
üç yüz kilo ağırlığında süngülü, beş yüz kilo ağırlığında mızraklı, dokuz
yüz kilo ağırlığında demir gürzlüdür.

Koşum atları ise; yorulmayan kara renkli, tırıs giden boz renkli, hızlı
giden ala renkli, yarış eden beyaz renkli, avlamak için kahve renkli, gezmek
için alacalı, uzak yola gitmek için yedi kulaç yeleli, kıvırcık perçemli,
gümüş tırnaklı, uzun koyu kuyruklu, sarı renklidir.

Güneş batınca gece oldu diyerek büsbütün soyunup kalın samur kürklü
yatağına-yorganına sarılıp uyuyarak; güneş doğunca uyanmak zamanı geldi
deyip fırlayarak, en iyi elbisesini giyinip atın yağlı kazısını ( atın karın
bölgesinde bulunan yağlı kısım) yiyen Er-Sogotox belirli bir zaman eğlenmek
için kullandığı atına binerek beyaz-kara atlarına bakar, güder. Bazen de, av
atına binerek koyu ormanına varıp, kara kürklü hayvanları çokça öldürdü.
Yeşil otlaklarına giderek, makas kanatlı kuşlarından çokça öldürüp heybesine
koyup evine getirerek iştahla yiyerek yaşıyordu. O, hiçbir kederi-üzüntüyü
bilmeyerek, korku ile görüşmeyerek, ürküntü ile tanışmayarak, kimden
doğduğunu, nereden geldiğini bilmeyerek yaşıyordu.

O, ondokuz yaşını doldurduğu zaman genç yüreğinin tıpırdadığını, zaman zaman
kanının kaynamaya başladığını hissetti. Düz alnı düşünceden kırışmaya
başlamış, resim gibi kaşı çatılmış, eskiden bilmediği bir fikir aklını
karıştırmış ve yalnızlık düşüncesi kafasını bulandırmıştı:

“Eyvah çocuk! Tecrübenle gördün ki herkes çifttir, vahşi hayvanlar çift olarak yaşar; kuşlar, böcekler de çift olarak yaşarlar. Tanrı sadece beni mi tek yaratmış? Hayır! Bana benzeyen bir kişi herhangi bir yerde muhakkak yaşıyordur.”

Bu fikir aklına düştüğünde çokça uyuduğu uykusundan, yediği yemeğinden, yaşadığı hayatından kesilmeye başladı. Bir akşam hiç duygulanmamış yüreği çokça duygulandı, ağlamayan gözü ağlayarak bütün gece hiç uyuyamadı. Güneş doğmadan kalkıp kara hastalık bulaşmasın diye kara denizin suyuyla, yeşil hastalık bulaşmasın diye yeşil denizin suyuyla tümüyle temizlenerek güzel elbisesini giyip eğilerek güneşi üç defa selamlamış ve arazisinin ortasında bulunan kutsal ağacın yanına zengin, büyük bir insan tavrıyla gitmiş.

Ağacın altına gelip üç defa eğilerek selamlamış, kalpağını yana yatırarak şöyle demiş: “Kutsal ağacımın kadın ruhu! Kainatın ebe ruhu! Ben yetimi sen beslemişsin, küçükken büyütmüşsün, beyaz atlarımı yetiştirmişsin, kara atlarıma bakmışsın, kuşlarımı hayvanlarımı çoğaltmışsın, kara denizin balığını bir araya toplamışsın. Beni dinle! Aklımı-fikrimi büyücü mü karıştırdı bilmem. Uzun zamandır uyuduğum uyku, uyku olmadı; yaşadığım hayat, hayat olmadı; gücüm kuvvetim azaldı, güçlü vücudum zayıfladı, düşündüğüm düşüncem kalmadı, bilen aklım bilmez oldu. Bana geleceğimi söyle! Hayatımı gösteriver! Ebem! Öz anam ol! Saygı duyduğumu gör! Benim sözlerimi dinle!”

O an gök gürültüyle gürlemiş, sağanak yağmur başlamış, uçan beyaz bulutlar görünmüş, yıldırımlar düşmüş, şimşekler çakmış, fırtına çıkmış, toprak hareketlenerek yer deprem olmuş gibi titremeye başlamış, nehrin suyu kabarmış, denizin suyu dalgalanmış. Bundan sonra kutsal ağaç gıcır gıcır gıcırdayarak küçük bir kütük olmuş, gövdesinden kar gibi saçlı, keklik gibi beyaz etli, iki kımız fışısı kadar memeli yaratıcı ihtiyar kadın beline kadar çıkarak: “Ben senin neden üzüldüğünü, ne istediğini ve her şeyi bilerek yaşıyorum. Dinle! Senin baban Aar Toyon (Tanrı’nın adı), annen ise Kübey-Xotun (Tanrı’nın adı)’dur. Onlar yaratıcı Tanrı emriyle seni üçüncü gök katında doğurup bu topraklarda soy-sop sahibi ve nesillerinin atası ol diye yeryüzüne indirdiler. Şimdi zamanı geldi. Sen çabucak atlan ve güneye uzaklara git, senin yolun çetin olacak. Dayan! Ümidini kesme! Eşini bulacaksın. Elveda! Mutluluk ve başarıyla gidip gel.” dedi.

Bu hayır duasını ederek ağacın kökünden ebedi suyu alıp onun deri matarasına boşalttı ve “Bunu koltuğunun altına bağla, zor gününde sana yararlı olacak.” dedi. Kendisi de tekrar gıcır gıcır gıcırdıyarak büyüye büyüye eskiden olduğu gibi kutsal ağaç haline geldi.

Er-Sogotox evine gitmeden önce otlağına vararak uzak yola gidecek sarı atının üstüne binerek ahıra uğramış, ak-kara atlarından bir karış kazı etli, bir tutam yağlı yedi tane kısrağı ayırmış, üç yıllık semiz yedi öküzü seçerek evine getirmiş, bu hayvanları hemen kesip göl kadar büyük kazanında pişirip geniş bir heybeye koyarak atının sağ kulağına yerleştirmiş, atına yular takmış, dizginini bağlamış, gümüş gem takımıyla gem vurmuş, dört eyer kumaşını sererek Xan-Tanara (Tanrı’nın adı) eyeri ile eyerlenmiş, mızrağını sadağını takınıp silahları alıp, memleketindeki kutsal ağacına dua ederek atının üstüne atmaca gibi atlayarak güneye doğru ok gibi uçmuş.

Bir adımda altı kös (10 km lik uzunluk birimi) aşarak tırıs gidişte yedi kös giderek yüz kös koşarak, kışı kırağı ile, yazı yağmur ile bilip tepesi göğü delen taş dağa gelmiş. Atından inmeden boynuz yayını kurmuş, hızlıca okunu yerleştirip bir ay boyunca iyice gerdiği yayı kirişinden bırakıvermiş. Ok dağda saman yığını genişliğinde bir delik açarak çıkmış. O da açılan yoldan çıkarak dağı çabucak geçmiş.

Sonra dalları buluta varan demir ağaçlı ormana gelip önceden olduğu gibi okuyla delerek aylar ayı, yıllar yılı gidip, ateşli alevli kan nehrine gelmiş.

Bu engele geldiğinde onun sarı atı “Sahibim! Sen benim üstümden in, ben biraz dinleneyim. Sonra sen benim dizginimi, kolanımı sıkıca tut, sağlamca bin, ben uçup seni geçireyim” dedi.

Yerin kıyısının at kuyruğu gibi bittiği, göğün kıyısının yosun gibi bittiği ve birbirleriyle buluştuğu yerde, güneş ışığının kuvvetlice parladığı ay ışığının şiddetle ışıldadığı yerde üç yüzyıl yaşamış, dördüncü asrını yaşayan, uzun saadetli geniş gelecekli, Ulu-Toyon’un (Tanrı’nın adı) akrabası Xan-Tanara’nın torunu Xaraxxan Toyon (Kahramanın adı) birlikte yaşlandığı hanımı, on oğlu, dokuz kızı, sayısız insanları, çokça hayvanları (ile birlikte) bir destan ülkesinde oturup yaşamaktadır.

Ailesinin içinde herkesten çok sevdiği Xotuuna (kız adı) adlı küçük kızı güneşin ışığı gibi görünüşlü, beyaz gümüş yüzlü, kırmızı yanaklı, kara gümüş kaşlı, yedi kulaç uzunluğunda saç örgülü, hafif yemekli, taze içeceklidir. Elbisesinin içinden eti görünür, etinin içinden kemiği görünür, kemiğinin içinden iliği görünür. Yürüdüğü yer kaz eti olur, yattığı yer yağ olur, koştuğu yer semiz et olur, onu gören kişi sevinir, dokunan kişi doyar. Uzattığı eliyle saadet verir. O’nun güzelliğini tasvir etmeye kelimeler yetmez.

Xaraxxan ile birlikte ihtiyarlayan evin ruhu olmuş ikinci anne gibi görünen iki kepçe kadar irinli gözlü, salyası akan, geleceği gören şaşmaz önsezili bilge ihtiyar kadın bir sabah efendisinin huzuruna gelerek kızarmış gözleriyle, yıpranmış ayaklarını birbirine çatarak “Korkunç düş gördüm, dehşetli geleceği gördüm; bela yaklaştı, hayatımız bedbaht oldu, korunmak gerek, hazırlanın!” dedi.

Güneş batıp karanlık başladığında aileden yüz kişi yemeklerini yedikten sonra ihtiyar kadının düşü hakkında oturup konuşmaya başlamışlar. O anda dışarıda evin arka tarafından bir atlı kişi, keskin mızrağın sesi gibi hızla gelerek evin sıvasını düşürecek, doksan direği sarsacak kadar bir hızla kapıya vurmuş. Çadırdaki bütün insanlar korkularından, ürküntülerinden sözleri boğazlarına tıkanmış gibi ağızlarını açarak kaskatı kalmışlar, yanız bilge ihtiyar kadın sessizce seğirterek çıkıp bakmış. Dışarıda derisiz, üç ayaklı, demir kara atına yan binmiş, büyük don ağacı kadar boylu, büyük kazan kadar başlı, alnının en ortasında çukur kadar açık tek gözlü, kazma kadar büyük sincap dişli, göğsünün en ortasından çıkan tek kürek kadar parmaksız kulaç kollu, uyluğundan çıkan direk kadar topaç bacaklı, başından ayağına kadar demir elbiseli, demir yaylı, taş oklu, altın mızraklı şeytanla insan arasında bir kişi vardı.

İhtiyar bilge kadını bulanık bir şekilde görerek atından inmeden şöyle dedi: “Benim adım Üller-Etin oğlu Bura-Doxun (kötü ruhun adı)’dur. Dört ülke uzaktanım, kara is ülkesindenim, kızıl kömürle (korla) evliyim. Ateşten de sıcak yazlıyım, kızaran taş yemekliyim, ateş ve alev içecekliyim, ölmez kişiyim, yanmaz etliyim, kolsuz bacaksız, keskin boynuzlu, sivri kuyruklu pek çok demir halklıyım. İşim ise, adam öldürmek, kötülük, felaket getirmektir. Xaraxxan’ın sevgili kızıyla evlenmek için geldim. O taş burunun üstünde dokuz gün oturup, sözlerini bekleyeceğim. Söyle (kızı) vermezlerse zorla alacağım, evlerini yıkacağım, ateşlerini söndüreceğim, yerlerini kara is yerlerine çevireceğim, hayvanlarını yakacağım, onları sersefil bırakacağım.”

Bunu söyledikten sonra yüz kulaç uzaktaki taş dağın burnuna korkuluk gibi gitti. Bilge ihtiyar kadının korkudan dili göğsüne düşerek gözü ters dönmüş vaziyette, ayağı ile gideceğine elleri üzerinde evine vararak aklı başından çıkıp kuş gibi nefes nefese kalmış.

Üç (kös) boyunca otuz kova buzlu suyu üstüne boşaltarak onun gördüklerini ve işittiklerini dinlemişler. Xaraxxan ailesiyle birlikte ağlamış, çokça üzülmüş, çokça dövünmüş, sinirleri bozulmuş.

Ereydeex-Buruydaax Er-Sogotox doksan engeli, sayısız kötülüğü geçerek Xaraxxan ülkesine gelip geniş ormanın içine girdiği zaman tay derisinden abalı, ayak derisinden dikilmiş çizmeli, baş derisinden dikilmiş şapkalı, tüyleri dökülmüş bir taya ters binmiş ve tayın kuyruğunu dizgin gibi tutmuş öksüz çocuk ile karşılaştı. Bu çocuk tanımadığı şahsın gözüne bakınca hiç görmediği bu kişinin iyi huylu olduğunu fark ederek kaçmamış ve Xaraxxan’ın hayatını, zenginliğini, güzel kızını ve bu kızı kötü Bura-Doxsun’un istediği gibi haklarında bildiği her şeyi anlatmış ve taş burunun yolunu göstermiş.

Burunun yakınına geldikleri zaman Buura-Doxsun’un uzanarak beş-on kısrağı, sekiz-dokuz öküzü kuyruklarından çekerek ağzına attığını görmüşler. Onların geldiklerini görüp çabucak ayağa kalkan Bura-Doxsun “Şimdiye kadar hiç tanımadığım bir kişi geldi. Ben onunla ölümüne dövüşeceğim.” dedi.

İkisi de hiçbir şey söylemeden yaylarını germişler ve atışarak birbirlerini vuramamışlar. Sonunda okları bitince demir gürzleriyle vuruşmuşlar. Demir gürzleri çarpışmaktan düzleşince uzun mızraklarını çıkarmışlar. Mızrakları da çarpışmaktan kırılmış, sonra kılıçlarıyla döğüşürken kılıçları körelmiş. Bunun üzerine Buura-Doxsun nara atınca Er-Sogotox irkilmiş. O irkilince de Bura-Doxsun kılıcını kalbine sokmuş. Yaralanan Er-Sogotox koltuğunun altında bağlı bulunan bengü su kesesini hemen keserek yarasının üstüne damlatmış. Er-Sogotox bir anda iyileşerek eski halinden on kat daha güçlü olmuş.

Er-Sogotox, güçlendiğini anlayıp bağırarak Bura-Doxsun’u belinden yakalamış ve yedi kulaç yeri titretecek kuvvetle yere çarpmış. Sonra başını kesmiş ve çelik bıçakla karnını yararak içinden yüreğini ve karaciğerini alıp küçük küçük parçalara ayırarak her tarafa savurmuş. Ancak yüreğinin bir ucu kalmış ve kara kuzgun olup “Ben her zaman sana engel olacağım” diyerek yerin altına girip kaybolmuş.

Xaraxxan’ın toplanan adamları hayvan sürüsünün buzlu suyu içip titrediği gibi titreyerek Er-Sogotox’u alkışlamışlar, koşup gelmişler ve büyük bir ateş yakarak ölen Bura-Doxsun’u bu ateşe koymuşlar, külünü de her yere saçmışlar.

Xaraxxan Toyon yetmiş kişiyle gelerek Er-Sogotox’u evine davet etmiş, beyaz kilimin üstünde yürütmüş, vaşak derisinin üstünde oturtup samur derisine yatırmış, güzel yemeklerini yedirmiş, tatlılar ikram etmiş, sevgili kızını vermiş, yanlarına yüz kişiyi de katarak memleketine göndermiş.

Xaraxxan korku ve ürküntüsü geçtiği zaman hayvanlarını hesaplamış ki, her üç hayvanından birisini Buura-Doxsun yiyip bitirmiş.

Er-Sogotox ülkesine dönüp geldiğinde ak-kara atlarının iki kat arttığını, kuşlarının-hayvanlarının da iki katına çıktığını görmüş. Birlikte getirdiği adamlarına ev-ocak düzenlemiş, çocuk sahibi yapmış. Saha’nın en büyük ataları bugünkü zamana kadar yiyip-içip yaşamaktadır. Ama Bura-Doxsun’un yüreğinin ucunun kuzgun olup söylediği gibi, Er-Sogotox’un torunları-halkı, beyaz kara atları, kuşları-hayvanları zaman zaman salgın hastalıklarla telef olarak veya dala asılarak bazen de ağaçlara takılarak bu zamana kadar ölümlü olmuşlardır

KAYNAK:

A.Y Uvarovsky tarafından Saha Türklerinden derlenen Er-Sogotox Olonho’su (destanı), Doç. Dr. Yuriy Vasilyev ve Yrd. Doç. Dr. Fatih Kirişçioğlu tarafından da Türkiye Türkçesi’ne aktarılmıştır.